26 Mayıs 2015 Salı

ZAMAN DURMAZ

ZAMAN DURMAZ

Unutma zamanı kimse durduramaz.
Senin derdinle başkası savaşamaz.
Bu kötü günleri senden başkası atlatamaz.
Sen hayat geçmesin desen de;
Zaman hiç durmaz.

Seni senden başkası anlayamaz.
Derdine kimse çare bulamaz.
Bu dertler seni asla yıkamaz.
Sen zaman akmasın desen de;
Zaman hiç durmaz.

Unutma bu anı kimse donduramaz.
Sen istesen de hiçbir şey durmaz.
Hayat sana hiçbir zaman acımaz.
Sen öylece durup beklesen de;
Zaman hiç durmaz.

Bu hayat seni ayakta tutmaya çalışmaz.
Hayat kanunu sorunlar yakanı hiç bırakmaz.
Herkes her zaman seni anlamaya çalışmaz.
Sen zaman dursun istesen de;
Zaman hiç ama hiç durmaz.


MOCCCO

MUCİZE


 MUCİZE

Masum bir yüzde görüp de sevdim ben seni.
Hiç anlatamadım o içimdeki saf sevgini.
Denize bakınca hep senin gözlerini gördüm
Bir bebeği sever gibi sevdim seni.
Hep masum hallerindi benim sende gördüğüm.
O güzel kalbin bir çocuğunki kadar temizdi.
Çok farklı sevdim ben senin yüreğini.
Seninleyken bir melek gibi hissediyordum ben kendimi.
Ben senin sevgi dolu meleğin olurken;
Sen bana geldin bir mucize gibi.

Bir güvercinin beyaz kanadında gördüm ben seni.
Orada sevdim senin her şeyini.
Tarif edemedim hiç sana olan hislerimi.
Gökyüzüne bakınca hep o güzel yeşil gözlerini gördüm.
Bir ufak çocuğu sever gibi sevdim ben seni.
Sen biraz yaramaz ama bir o kadar da masum bir çocuk gibi.
Geldin sevdirdin bana kendini.
Sen yanımdayken kendimi bir çiçek gibi hissediyordum.
Ben senin hiç solmayan çiçeğin olurken;
Sen bana su verdin bir hayat kaynağı, bir mucize gibi…


MOCCCO

İÇİMDEKİ UÇURUMLAR

İÇİMDEKİ UÇURUMLAR

Zaman sanki üstüne kapanıyor bir defter misali.
Her sayfası üst üste kapanıyor.
O kapandıkça içinde anılar kalıyor.
Üzerimize umutlarımızı kapatıyor sanki.
Mutlulukları kapatıp hüzünleri ortaya çıkarıyor.
Acıları çıkarıp sevinçleri içine hapsediyor.
Bir alacak verecek hesabı gibi.
Sayfa sayfa ilerliyor.
Ben sessizce yürüyorum insanlar arasında
Onlar habersizce mutluyken;
Ben içten içe onlar için gözyaşı döküyorum.
Gözlerimden kan damlıyor sanki.
Herkes kendim için ağlıyorum sanırken;
Ben gülümseyen gözlere bakarak onlara ağlıyorum.
Sanki içimde bir uçurum var.
Kendimi o uçurumun kıyısında hissediyorum.
Sonra içimdeki uçurumdan boşluğa bırakıyorum kendimi…


MOCCCO

22 Mayıs 2015 Cuma

BIR SES VAR İÇİMDE


BİR SES VAR

Bir ses var içimde!
Artık o eski dostluklar bitiyor.
Kimse kimseyi dinlemeyi bırak,
Sanki yüzüne dahi bakmıyor.
Sen iyilik istedikçe kalbin daha çok kırılıyor.
Sen sen ol arkadaş!
Kimseye kendinden fazla değer verme.
Kimseyi de asla çok sevme!
Hep en çok kırılan sen olursun.

Bir ses var yüreğimde!
Devir menfaat devri olmuş.
insanlar iyi kalpli olmayı bırak,
Sanki acımasız, gaddar ve kara kalpli doğmuş.
O dostça sevgiler bir çiçek gibi solmuş.
Sen sen ol arkadaş!
Kimseye çok iyi niyet gösterme!
Kimseyi de asla kendin gibi görme!
Yine en çok üzülen olursun.

Bir ses duyuyorum kalbimde.
Artık buralarda dostluklar kazanmıyor.
Dostlar sevgi dolu olmayı bırak,
Sevgiden bihaber ve bencil davranıyor.
Dost acıyı tatlı da söylemiyor.
Sen sen ol ey arkadaş!
Kimseye dostum deyip sırrını verme!
Kimselere de çok güvenme.
Her zaman en büyük kaybeden sen olursun!

Bir ses var yüreğimin en derinlerinde.
Dostunu düşmanını iyi seç diyor.
Dost bulmayı bırak,
Düzgün arkadaş bulsan kardir diyor.
iyiler hep kaybediyor.
Ama sen iyilikten,doğruluktan şaşma diyor.
Sen sen ol arkadaş!
Hayatın boyunca kötülükten uzak dur diyor.
Kimseye kötülük etme, kötü söz de söyleme
Hayatın boyunca kazanan sen olursun!


Evet arkadaşlar bu şiiri bugün yazdım ve hemen sizlerle paylaşmak istedim. Umarım beğenirsiniz.

Sevgiler

MOCCCO


21 Mayıs 2015 Perşembe

AŞK 2

AŞKIN TARİFİ YOK, SEVGİYİ ANLATAN ÇOK

Merhabalar arkadaşlar,
Bugün sizlerle yeni bir yazımda daha buluşmanın heyecanı ve mutluluğu içindeyim. Umarım bu yazacağım yazıyı da beğenerek okursunuz.

Bugünkü yazımın konusu geçenlerde yazdığım yazının konusu gibi. Yine size aşk konusunda yazmak istedim. Ama bu defa daha farklı aşklar olduğunu anlatacağım bütün aşklar olumsuz değildir sonuçta.

Öncelikle sizlerle en önemli aşkı paylaşacağım. Allah aşkını anlatacağım ilk önce. O ki bambaşka bir aşktır. Hz. Mevlana’nın sözlerinden anladığımız o mukaddes aşk. Unutmayın hepimiz önce Allah aşkını bilmeliyiz.  Her şeyden önce Allah aşkı gelmeli. Her işimizde önce Allah demeliyiz. Allah sevgisinin üstünde bir sevgi yok, olmamalı da. Unutmayın ki Allah der ki; Kimi benden çok seversen onu senden alırım. Ve ekler; Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım. Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, Sabır taşar. Canından saydığın yar bile bir gün el olur. Aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür. Düşman kalkar dostun olur. Öyle garip bir dünya, Olmaz dediğin ne varsa olur. Düşmem dersin düşersin. Şaşmam dersin şaşarsın. En garibi de budur ya; Öldüm der durur yine de yaşarsın... Onun için kimseyi Allah’tan çok sevmemeyi öğrenmeliyiz. Çünkü Mevlana’nın da dediği gibi neyi, kimi çok istersen; o senin imtihanındır. Bir şeyi çok istemek değil de hayırlısı demek en güzelidir arkadaşlar. Bu çok önemlidir. Hayırlısı diye başlamadığınız her yolun sonunda ağır bir imtihanla karşılaşırsınız. Bu bazen dayanamadığınız noktalara da gelir. Ama şu sözü hep hatırlayalım derim: "Her şey üstüne gelip, seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme! İşte orası kaderinin değişeceği noktadır!" Açıkçası ben hayatım boyunca bu sözlerin ışığında yaşamaya çalıştım. Size de tavsiye ederim arkadaşlar. Mevlana bir yaşam felsefesi olmuştur benim için. Neyse kısaca biz Hz. Mevlana’dan Allah aşkını öğreniyoruz arkadaşlar. Özellikle bu konudan haberi olmayan genç arkadaşlara sesleniyorum. Mevlana sözlerini okuyun. Mevlana felsefesini anlamaya çalışın. Allah aşkını o zaman anlamış olacaksınız.

Bir diğer aşk ise annenin evladına duyduğu aşk olmalı. Bu bizim anladığımız manada bir aşk değil. Anne ve evlatları arasındaki gönül bağının ifadesidir. Şu dünyada sizi en çok Allah, Allah’tan sonra da anneniz sever arkadaşlar. Anne aşkı, evlat aşkı bambaşka duygulardır. Ben bir anne değilim ama ben bir evladım ve çok şükür ki annem hayatta. Ben bu size anlattığım aşkı yaşadım. Annem benim tırnağıma zarar gelse günlerce üzülür, ben hasta olsam başımda bekler, ben kötü bir şey yaşasam dünyası başına yıkılır. Allah annelerimizi başımızdan eksik etmesin. Ben lise çağlarımda annesini kaybeden çok arkadaşıma şahit oldum. Çok acıydı yaşadıkları. O zamandan  beri hep şükrederim ki Allah annemi bizlere bağışlıyor. Siz de anneniz hayatta ise onun elini öpün, hayır duasını alın ve onu üzmeyin arkadaşlar. Eğer ki aranızda annesi hayatta olmayanlar varsa bilsin ki, annesinin ruhuna dua ederse huzur bulacaktır. Anne aşkını, annenin evladına duyduğu aşkı anlatmaya çalıştım sizlere arkadaşlar. Başka bir dünyadır anne…

Gelelim müzik aşkı, resim aşkı, kitap aşkı, sinema aşkı gibi aşklara. Görüyorsunuz ya çok fazla aşk var hayatımızda. Her konuyu aşka bağlayabiliyoruz. Örnek vermek gerekirse; kendimden bir örnek vereyim. Çocukluğumdan beri müzik aşkım vardır. Çok severim müziği dinlemeyi, şarkı söylemeyi, müzik aleti çalmayı bu benim için bir aşktır. Hala da aynı şekilde hissediyorum. Müziksiz bir dünya düşünemiyorum ben.
Sadece müzik değil; yazısız da bir dünya düşünemiyorum ki. Yazı yazmak da çocukluğumdan miras bana. Okumuş bir ailenin ferdi olduğum için, annemin yazma yeteneği olduğu için, bu yazma yeteneği bana bir genetik miras. Allah’ın bana bahşettiği bir yetenek. Sizlere de tavsiyem yetenekleriniz doğrultusunda adımlar atmanızdır. Meslek aşkı da bu kategoriye girer. Günümüzde çoğu insan sevdiği mesleği yapamıyor. Umarım aranızda sevdiği mesleği yapanlar vardır. Mesleğine gönül verenler vardır ya da ileride sevdiği mesleği yapacak olanlar vardır. Ben bunu ilk önce anne ve babamda gördüm. İkisi de mesleğine aşık insanlardı. Onlardan öğrendim ben meslek aşkını aslında. Annem emekli sınıf öğretmeniydi ve mesleğine aşıktı yoksa 30 sene boyunca yapamazdı diye düşünüyorum. Babam İnşaat yüksek mühendisi. Babam da mesleğine aşık. 5 yaşında ben inşaat mühendisi olacağım demiş ve olmuş biri.  Mesleğine aşık ve işkolik bir insan. Benim rol modelim ailem oldu kitap okumak, yazı yazmak hep onlardan geçti bana. İyi ki geçmiş yoksa şu an yazılarımla sizlere buluşamazdım.

Diyeceksiniz ki hani aşkı, sevgiyi anlatacaktınız. Başka başka konulardan gittiniz diyebilirsiniz. Ama ben öncelikli olarak bunları anlatmak istedim. Artık yazımın bundan sonrasında kendi tespitlerimi sizlerle paylaşacağım.

Bir düşünün, sizi en çok etkileyen filmleri, şarkıları, romanları bir düşünün. İçlerinde hep var olan duygulardan biri aşktı değil mi? Hiç düşündünüz mü neden bütün sevilen filmlerde aşk vardır diye. Aslında cevabı basit. Hepimiz filmlerdeki bir aşk arıyoruz. Yeşilçam filmlerine bir bakın. Eminim çoğunu izlemişsinizdir. Orada hep gerçek bir aşk gördük. Aşık olduğu adamın gözleri kör diye ona gözlerini veren aşık kadını (Kambur Filmi), aşık olduğu adamın bir kolu yok diye kendi kolunu kesen kadını (Zulüm Filmi) belki hatırlarsınız. Bununla sınırlı sanmayın. Sırf aşık olduğu adam ölüme mahkum bir hasta diye ondan ayrı kalmamak için çok dua eden kadının en sonunda depremle beraber sevdiği adam ile beraber ölmesini izlediğimiz bir film (Çile Filmi) de oldu. Nice filmler oldu. Emel Sayın ve Tarık Akan’ın Feryat filmini hatırlar mısınız? Sevdiği adamın annesi kendisini oğluna yakıştırmadı diye ondan vazgeçmişti kadın. Sen benim oğluma layık değilsin demişti. Sen bir şarkıcısın demişti. Kadın o annenin düşüncesine saygı duyup çekip gitmiş. Sevdiği adamı da parası yok diye terk ettiğini söyleyen bir mektup bırakmıştı. Böyle aşklar kaldı mı bilinmez ama büyük bir aşk izlemiştik o filmde. İşte görüyorsunuz ya hep aşk vardı izlediğimiz filmlerde. Daha çok örnekleri var. Aklıma gelen çok film var. Çoğu da dramatik, acı filmler. Aşk varsa acı da vardır diyen filmler. Biz aşkı arayan insanlar olduk izlediğimiz filmlerle. Çünkü bizler aşk filmleriyle  büyüdük. Tertemiz saf aşıkların filmleriyle. Nice film izledim. Hemen hemen hepsinde aşk vardı. O zaman çok  anlayamasam da şu an anlıyorum ki; aşk filmlerini çok sevme nedenimiz aşkın eksikliğini yaşamamızdan kaynaklanıyor. İnsan hep kendinde eksik olanı izlemek istiyor. Aşk bizlerde eksik.  Günümüze bir bakıyorum da sanal aşklar, sahte aşklar yaşanıyor. Herkes birbirine seni seviyorum diyor manasını dahi bilmeden. Bir yalanın içinde yaşıyor insanlar. Aşık oldum yalanı ile kandırıyor kendini, karşısındakini. Oysa bırakın aşık olmayı, çoğu sevmeyi bile bilmiyor. Sevmek ne demek, aşık olmak ne demek bilmiyor. Her şey çok hızlı tükeniyor. Teknolojiden kaynaklı internet ortamında sitelerde yaşanan saçma sapan aşklar var. Evli insanlar oralarda aşkı aramaya başlamış. Anlayamıyorum. Sakın yanlış anlamayın kınamıyorum kimseyi. Allah ıslah etsin, akıl fikir versin diyorum sadece.

 Yani arkadaşlar aşk bizlerde eksik bir duygu olmuş. Bütün her şeye aşkın konu olması da bize bunu ispatlıyor. Filmlerdeki gibi bir aşk yaşadık mı hiç birimiz? Var mı içimizde öylesi, destansı bir aşk yaşayan? Varsa bile çok az olmalı. Aşkı için ondan vazgeçmek, sırf o mutlu olsun diye aşkını feda etmek. Bakın aklıma hangi film geldi. Bizim Aile filmini bilir misiniz? Hani orada evin büyük oğlu Ferit zengin bir kıza aşık oluyordu. Zengin kız fakir oğlan aşkı idi. Zengin kızın fabrikatör babası bu ilişkiye karşıydı onun için kız oğlana kaçıyordu ve evleniyorlardı. Ama sonra ne oluyordu? Zalim baba oğlanın ailesine eziyet ediyordu. Evin babası Yaşar Usta’yı işinden etmişti. Tüm aileyi evinden etmişti. O sırada birbirine aşık çiftimiz ne yapmıştı ayrılmıştı. Aileleri için aşklarını feda etmişlerdi. Soruyorum size bu devirde kim yapar bunu? Aşkından vazgeçip ayrılmaya cesareti olan var mıdır ki? Ben bile onlardan değilim itiraf ediyorum o kadar fedakar olabilir miyim bilmiyorum. Öyle bir olay yaşamadım bilmiyorum  ama filmlerdeki bir aşk ancak hayal oluyor bence.

 Aşk eksik, aşk hepimizin aradığı, kimimizin bulduğu, kimimizin bulup da kaybettiği, kimimizin hiç bulamasa da ısrarla beklediği, kimimizin bulduğunu sandığı o tarifsiz duygu işte. Aşkın tarifi yok. Çünkü her yaşayan kendine göre tanımlamaya çalışıyor. Ben kendi tanımımı paylaşayım sizinle; aşk ne kadar acı çeksen de, ne kadar zorluk yaşasan da sevdiğinden vazgeçmemektir, direnmektir, mücadele etmektir. Aşk tüm zorluklara göğüs gererek sevdiğinin yanında olabilmektir. Aşk bir yaz yağmurunda ıslanmak gibidir. Ne kadar ıslanacağını bile bile yine o yağmurda ıslanmaktır. Aşk içinde kimine göre tutku, kimine göre huzur, kimine göre şefkat, kimine göre de sahiplenilmeyi barındıran bir duygudur. Aşk yüreğinin öteki yarısını bulmaktır. Aşk cesaret ve yürek işidir arkadaşlar. Zorluğunu bilerek içine girmek gerekir. Aşk kapıyı burmadan içeri girer ve hiçbir zaman geliyorum demez. Bir bakmışsınız aşık olmuşsunuz farkında bile olmadan. Çünkü aşk asla sizden izin almaz. Aşk geliyorum demez ama gidiyorum der. Gidişi de ya sizi yıkar, ya karşınızdakini tüketir. Aşkın gidişi yakıcı olur dedim ya gidişi zordur yakar, yıkar. Ama bitmişse de yapacak bir şey kalmamıştır. Aşk bittiyse size kalan kabullenmek olacaktır. 

Dedim ya filmlerdeki gibi bir Aşkı bulmak çok zor. Belki de Aşkı aramayı bırakıp, sevmeyi öğrenmemiz gerek zaten Aşkın bir diğer boyutu da sevgidir. Sevmek ve sevilmek çok güzeldir. Leyla ve Mecnun filmini hatırlar mısınız nasıl da seviyorlardı birbirlerini ama Yaşadıkları müddetçe kavuşamadılar. Acı bir sevdaydı onlarınki. Samanyolu filmini hatırlar mısınız? Orada da birbirini çok seven bir çift vardı ama kardeş gibi büyümüşlerdi ve kız bunu kabul etmemişti. 
Adam ise perişan olmuştu ama asla sevgisinden vazgeçmemişti. Hatta sevdiği kız başkası ile nişanlanmaya karar vermişti ki bu adamın arkadaşı idi. O zaman bile sevgisinden vazgeçmemiş hep bir umutla bekleyiş içindeydi. Bu devirde kim öyle bekler ki kim bu kadar sabreder ki? Artık bırakın böyle filmlerdeki sevdaları, gerçek sevda bulmak çok zor olur hâle geldi.

Gerçek hayatta çok büyük aşklar, sevdalar var yok değil ama çoğumuz bunu bilmiyoruz. Çünkü yaşamadık öyle değil mi arkadaşlar? Ama sırf sevdiği kadın başka bir adamla mutlu olacak diye ondan vazgeçmeyi göze alan adamlar da var buna yürekten inanıyorum. Böylesi sevdalar da var. Umarım bir gün karşınıza böyledir seven bir adam çıkar kızlar.

Yazımı burada noktalarken, bana bu yazıyı yazmamda ilham veren Şevval'ime çok çok teşekkür ediyorum. Aşk, sevgi bunlar güzel ve yaşanılası duygular. Umarım bir gün herkes hayatında bir kere de olsa yaşar... Unutmayın aşkın tarifi yok, sevginin ise tarif yapanı çok...

Umarım beğenerek okumuş olduğunuz bir yazı olmuştur. Yüreğimden gelerek yazdığım bu yazıyı noktalarken sizlere sevgilerimi sunuyorum arkadaşlar ve bir başka yazımda buluşmak ümidi ile diyorum.

Sevgiler,

MOCCCO

20 Mayıs 2015 Çarşamba

KENDİMİ ARADIM

KENDİMİ ARADIM

Bu gece kendimi aradım her yerde
Nerdeydi o eski benliğim?
Nerde kalmıştı benim güzel günlerim?
Kimdeydi en temiz hislerim?
Çok sordum bunları kendime
Ama bulamadım cevapları hiçbir yerde.

Bu akşam kendimi aradım yine
Nerede benim o güzel sözlerim?
Kimde benim eski halim?
Nerede kalmıştı benim öz benliğim?
Ne kadar çok sordum bunları kendi kendime
Ama yoktu cevaplar hiçbir yerde.

Bu gece kendimi aradım delicesine.
Nerede benim yanan ateşim?
Kimde benim duygulu kalbim?
Neredesiniz güzel çocukluk günlerim?
Hep sordum bunları içimdeki sese.
Ama duyamadım cevapları hiçbir şekilde.

Bugün kendimi aradım her şeyde
Esen yelde, oluşan selde, gördüğüm her gözde…
Neredeydi artık benim eski halim?
Kimde benim duygulu benliğim?
Nerede kalmıştı benim yüreğim?
Her an sordum bunları kendime
Ama bulamadım cevapları hiçbir yerde.

MOCCCO

BİR ÇOCUĞUN ACISI

BİR ÇOCUĞUN ACISI

Dün bir çocuk gördüm yolda.
Yürüyordu önümde ağlaya ağlaya.
Yanına gidip sordum: Neden ağlıyorsun sen burada?
O da dedi ki ben ağlıyorum en değerli varlığıma.
Ben ağlıyorum onsuz kalışıma.
Ben isyan ediyorum hayatıma.
Feryadım artık onsuzluğa.
Ben kül oluyorum yana yana.
Ben nasıl dayanacağım onsuz kalmaya.
İşte bu yüzden ağlıyorum doya doya.
Sonra çocukla birlikte yürüdük o yolda.
O başladı biraz da olsun anlatmaya.
Ben de çalıştım onu anlamaya.
İsyanım var dedi bu yaşama.
Ben nasıl dayanacağım onsuz kalmanın acısına.
Ardından yine sordum: Neden ağlıyorsun sen şu anda?
Cevap veremedi bir türlü bana.
Sonra dedi ben gidiyorum şu karşıdaki mezarlığa.
Ve hıçkıra hıçkıra şunu söyledi: Ben ağlıyorum anama...
Ardından beraber girdik mezarlığa.
Gittik annesinin mezarının başına.
O ağladı hıçkıra hıçkıra.
Ben ise dua ettim Yüce Yaradana.
O yine söyledi: Ben ağlıyorum canıma.
Ben ağlıyorum canımdan kopan parçama....

MOCCCO

18 Mayıs 2015 Pazartesi

90LARI ANLATAN GÜZEL BİR FİLM

KARIŞIK KASET FİLMİ

Merhabalar arkadaşlar

Bugün sizlere Kasım 2014 döneminde vizyona giren ve benim çok severek ve beğenerek izlediğim KARIŞIK KASET filmi hakkındaki görüşlerimi ve izlenimlerimi yazmak istiyorum.

Filmin başında ''Dünya Dönüyor'' şarkısı çalınca bu filme gelerek çok doğru bir tercih yaptığımı anladım. Zaten filme gitmeden önce biraz bilgi almış. Yazılanları okumuştum. 90'lar döneminde çocukluk yaşadığım için bu film çok ilgimi çekmişti. Çünkü filmin içinde 90larda çalan şarkılar vardı ve ben 90'lı yılları hafızasından silememiş biri olarak, o dönemleri yeniden yaşamak fikri çok hoşuma gitmişti. Sizi bilmem ama ben kendi adıma doksanlar dönemini hiç unutamadım. Şarkıları, filmleri ile çok başka bir dönemdi. Ne kadar şanslıyım ki o dönemi yaşayabildim. Doksanların tadı bir başkaydı. Bunu yaşayanlar çok iyi bilirler.

Gelelim filme; film içinde çocukluktan bu yana birbirini seven ama yıllarca kavuşamayan bir çift anlatılıyor. Çiftimizin adı Ulaş ve İrem. Çiftimiz doksanlı yıllarda önce çocukluk arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Daha doğrusu biz öyle görüyoruz. Ama aslında o zamanlardan beri var olan bir ilişki var aralarında. Bunu birbirlerine ifade edemiyorlar bir türlü.

Ulaş ve İrem aynı apartmanda yaşayan komşu çocuklarıdır. Aynı zamanda da çocukluk arkadaşlarıdır.

Ulaş filmimizin esas oğlanı, İrem’e sırılsıklam aşık ama ona bir türlü açılamıyor. Çünkü çok çekingen bir çocuk.  Ne zaman kızın karşısına çıksa o anda sanki dili tutuluyor ve bir şey diyemiyordu. Evde kendi kendine İrem’e söyleyeceklerini defalarca prova ediyor ama eyleme dökemiyor. Ulaş’ın ailesine gelirsek; sorunları olan bir ailesi olduğunu gördüm. Ulaş’ın babası tam bir müzik aşığı. Müzik tutkunu bir baba-oğul ilişkisini gördüm. Ulaş’ın babası her müziği, her şarkıyı bilen ve müzik konusunda çok bilgisi olan bir adam. Ama şarkıların çoğunu beğenmiyor. Şarkılarla hayatımız adı altında bir kitap yazdığını görüyoruz. 70’lerde, 80’lerde, 90’larda çalan, piyasaya çıkan şarkıları yazdığını anlıyoruz. Ama nedense bir türlü bitemiyor kitap. Nedenini ilk başta anlayamıyoruz. Bir gün babası yine kitap yazarken, bir yandan da müzik dinliyor o sırada Ulaş giriyor odaya kasetçalardan babası ile şarkı dinlerlerken, Ulaş’ın ‘Benimle çıkar mısın İrem’ sesi yükseliyor. Ulaş çok utanıyor. Babası da bakıyor ki oğlu yüz yüze konuşamıyor. O zaman sen de karışık kaset hazırla diyor. İşte filmimize ismini veren o an. Ulaş artık yüzlerce şarkı dinliyor, seçiyor ve yüzlerce karışık kaset çıkıyor ortaya.  Ama hiçbirini bir türlü kıza veremiyor.  Burada aklıma çok güzel bir şiir geldi arkadaşlar. Tam da bu duruma uygun aslında, bence bir türlü birbirlerine itiraf edemedikleri duyguyu en güzel bu şiir ifade ediyor. 
Bakın Nahit Ulvi Akgün ne güzel de anlatmış şiirinde.


''Bir şey var aramızda,
Senin bakışlarından belli,
Benim yanan yüzümden.
Dalıveriyoruz arada bir
İkimizde aynı şeyi düşünüyoruz belki,
Gülüşerek başlıyoruz söze.
Bir şey var aramızda,
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek.
Fakat ne kadar saklasak da nafile
Bir şey var aramızda,
Senin gözlerinde ışıldıyor,
Benim dilimin ucunda…'
'

Hatta bu durumla ilgili aklıma gelen başka sözler de var. İşte onlardan bazıları:

‘Bir şey var aramızda, tam olarak adını koyamadığım ama gözlerinde saklı SEN.’

‘Bir şey var aramızda. Varlığı yok, yokluğu var…’

İşte arkadaşlar tam da bu şiirde olduğu gibi aralarında çok şey olmasına rağmen bir türlü söze dökemeyen çiftimiz bir türlü kavuşamıyor. Çocukluklarında başlıyor kavuşamamaları. Ulaş bir türlü anlatamıyor. Onca kaset hazırlıyor onları da veremiyor.
Ama ta ki kızın doğum gününe gidene dek; gerçi orada da tam verecekken vazgeçiyor. En son İrem gelip Ulaş biz taşınıyoruz dediğinde al karışık kaset diyor. Kız da başka bir şey demiyor musun diyor, o da kaset var ya işte diyor. Ulaş’ı bu hale sokan İrem’in başka bir çocuktan hoşlandığını düşünmesinden kaynaklanıyor. 90’lar dönemi böylece bitiyor.

Film birden 10 sene ileri gidiyor. 2000 yılına geliyoruz. Burada Ulaş’ın istemediği bir iş yaptığını görüyoruz. Bankada çalışıyor ama aynı zamanda da hayaline doğru koşuyor. Hayali ne diye sorduğunuzu duyar gibi oldum. Filmi izlemeyen arkadaşlar için de söylüyorum. Hayali babası gibi müzik alanında çalışmak ama müzisyen olmak değil. Müzik alanında bir dergide yazı yazmak istiyor. Tabi takdir edersiniz ki öyle kolay değil bu işler. Önce abuk sabuk tiplere gönderiyor. Egemen diye uçuk kaçık bir şarkıcıya gidiyor albümü hakkında yazı yazmak için. Ama öyle komik bir şarkı çalıyor ki, Ulaş da takım elbise ile olaya girince iyice komik bir hale geliyor. Ama asıl 2000 yılında Ulaş’ın o istediği gibi bir ünlü sanatçı için albüm yazacağını öğreniyoruz hem de SEZEN AKSU için yazacak. Ardından da yeniden Ulaş’ın İrem ile karşılaşması bizi heyecanlandırıyor. Bir kitapçıdalar. Çünkü Ulaş’ın Sezen Aksu’nun yeni albümünün CD’sini alması gerekiyor.

Gelelim kitapçıda olanlara Önce Ulaş görüyor İrem’i ama görmemiş gibi yapıyor. Dalmış gitmiş gibi davranıyor. O sırada İrem onu fark edip ben İrem diyor. Ulaş hangi İrem deyince de kendini hatırlatıyor. Ulaş burada kendince rol yapıyor. Oldukça eğlenceli sahneler.  Bir kahve içmeye diye oturup saatlerce konuşuyorlar. O sırada Ulaş’ın cd’ yi kaybettiğini görüyoruz. Başlıyorlar aramaya fakat bir türlü bulamıyorlar. Sonra Ulaş’ın babasından bir telefon geliyor evde yangın çıktığına dair. İlk başta söylemiştim ya bir kitap yazıyordu diye o yazdığı kitabı yaktığını söylüyor telefonda. Ulaş ne yapacağını bilemiyor. İrem ile beraber eve gidiyorlar. Ulaş babasına çok kızgın. Babası ise rahat oğlunu gördüğü için. Ulaş babasının yıllarca yazdıklarını, bütün emeklerini yaktığını görünce daha da kızıyor. Anlayamıyor. Aslında bizim bu filmden Ulaş’ın babası sayesinde çıkarmamız gereken bir ders olduğunu görüyoruz. Bir insan için en acı şey yıllarca babasının büyük emekler vererek yazdığı onca şeyi küçücük bir çakmakla, ani bir sinir sonucunda yakıp küle döndürmesidir. Biz buradan anlıyoruz ki ne olursa olsun emek verdiğimiz hiçbir şeyi bir anda yakıp yıkmamalıyız emeğimize saygı duymalıyız. Ulaş bu olaylar karşısında emeğin ne kadar önemli ve değerli bir şey olduğunu anlıyor ve hayatına o şekilde yön veriyor. Ulaş babasının hatalarından ders alıp kendi yaşamını kendisi yönetiyor Yani kısacası filmde hatalardan ders alınması gerektiği belirtiliyor. Bir türlü bitmeyen kitabın bitmeyiş nedenini de böylece anlıyoruz aslında. Ulaş babasından çocukken emek vermeyi öğrenmişti. Pes etmeden o kitabı bitireceğini söyleyen babasından sürekli umut etmeyi öğrenmişti. Ama o an ne oldu biliyor musunuz? Ufacık bir kibrit parçasının yıllar yılı özenle, azimle, umutla yazdığı her şeyi yok etmeye yetiyormuş. Ulaş belki de o an babası sayesinde hiçbir emeğini yakmamayı acı bir şekilde de olsa öğreniyor. En azından benim yorumum bu.
Bu arada Ulaş’ın annesinin babasını terk edip gittiğini de öğreniyoruz. Aslında annesi böyle yaparak hem babasını hem de kendisini terk ediyordu. Ulaş için hayat çok zor ve karmaşık bir haldeydi. Annesi uzaklara gitmiş oğlunu bile unutmuştu.
Peki size bu filmde yıllar yılı her filmde görmeye alıştığımız bir klişe yıkılmış desem ne dersiniz buna? Merak ettiniz değil mi? Biz Türk sinemasında genelde ana- oğul ve baba-kız ilişkisini görürdük. Belki de uzun zaman sonra ilk defa güçlü bir baba-oğul ilişkisi gördük. Ne olursa olsun babasını bırakmayan bir erkek evlat. Görmeye alışık olmadığımız sahnelerden değil mi? Beni filmde etkileyen şeylerden biri de buydu. Silik bir anne karakteri vardı karşımızda ve babanın ön planda olduğunu, baba ile oğlun arasında güçlü bir bağın olduğunu bu kadar net başka bir filmde daha görmedim. Hemen ‘’Babam ve Oğlum’’ vardı diyeceksiniz. Ama orada konu çok farklıydı. Orada güçlü ve oğlunu seven bir anne vardı. Oğlunu hiç bırakmak istemeyen bunun için kocasına dahi kafa tutan bir anne. Sadık ve oğlunu derseniz orada iş çok başkaydı. Sadık karısını doğum yaparken kaybetmişti. Onun için oğlu ona çok bağlıydı. Ama bu filmde öyle değil. Bu film bir klişeyi yıkmış. Beni çok etkiledi.



Biz gelelim ana hikayemize dönelim tatlı aşıklarımıza…
 O sırada Ulaş ve İrem arasında bir konuşma geçiyor. Belki de filmin en can alıcı sahnelerinden biri bu. Çalan şarkı ‘İçimdeki Fırtına’ bu şarkının derin bir hikayesi olduğunu öğreniyoruz. İrem bu bana verdiğin kasette vardı diyor Ulaş da hayır o başka şarkıydı diyor ama bu da harika bir şarkıdır diyor. Bu arada İrem şaşkın ‘Ulaş gerçekten her şarkıyı hatırlıyor musun’ diye soruyor. Ulaş da ‘evet, tabii ki’ diyor. Arkadaşlar film bize burada bir mesaj daha veriyor. ‘Her şarkının mutlaka bir hikayesi vardır. Ama kimisi çok etkileyicidir, kimi de o kadar etkilemez ve bir iz bırakmaz.’ Ardından da o çalan şarkının hikayesini anlatmaya başlıyor. Bu bir Melih Kibar bestesiydi. Şarkının hikayesine gelirsek; Melih Kibar ve Çiğdem Talu çok büyük bir aşk yaşıyorlar. Ama Melih Kibar İngiltere’ye okumaya gidiyor. İlk gittiği gün kaldığı yurtta gezerken bir fırtına çıkıyor. Melih Kibar ne olduğunu anlayamıyor yurtta gezerken karanlıkta bir şeye çarpıyor ve bunun bir piyano olduğunu anladığında oturup bu şarkıyı besteliyor. Hikaye bitti sanmayın şimdi en can alıcı yere geliyoruz. Bu besteyi yapıp Türkiye’ye Çiğdem Talu’ya gönderiyor. 4 ay sonra bir mektup geliyor Çiğdem Talu’dan gönderdiğin besteye söz yazdım diyor. Şarkının adına bakıyor. İçimdeki Fırtına ve o an şok oluyor. Hiç bilmeden bu sözleri yazmış olması çok farklı değil mi? Bilmeyenler için şarkının nakaratını paylaşıyorum:

İşte o an bir fırtına kopar

Sanki o an yer yerinden oynar
Hoyrat bir rüzgar eserken
Sallanan gemi misali
Sallanır durur içimde dünya

İşte bilmeden aynı duyguları yaşayıp bu şarkıyı yazmış olması İrem’i de etkiliyor. Ulaş’a ‘Gel sen bankacı olma. CD’yi gidip bulabiliriz diyor. Sen albüm için yazını yazmalısın diyor ve gidip buluyorlar alıyorlar CD’yi. Derken tam kavuştular derken yine ayrılıyorlar. İrem Ulaş’a hayallerinin peşinden gitmesini söylemese belki de gidip bankacı olacak ve bu hayattan çok sıkılacaktı. Ama öyle olmayacağını görüyoruz en azından hissediyoruz. Ulaş İrem’e bu defa karışık kaset yerine o döneme uygun olarak KARIŞIK CD veriyor. Evet, tam da çiftimiz kavuştu diyoruz. Her şey güzel diyoruz. Ama yine olmuyor. İkisi de birbirine aşık ama yine kavuşamıyorlar.

Film 10 sene daha ileriye gidiyor. Yıl 2010 oluyor ve Ulaş hem DJ hem de albümler  için, şarkılar için, müzikler için gazetede köşe yazarı olmuş. Yani hayaline kavuşmuş. Ama mutlu değil gibi. İşinden memnun da hayatından pek memnun değil gibi. Hem o çok sevdiği babasını kaybetmiş hem de İrem’e kavuşamamış. Ama ona olan aşkı da hala sönmemiş. En yakın arkadaşı da bunun farkında onun için düğününe İrem’i de çağırıyor. Ulaş ve İrem yine karşılaşıyorlar. Burada filmin o unutulmaz cümlesini duyuyoruz. İzleyenler bilirler ama izlemeyenler için paylaşmak istiyorum. Nasıl oluyor da oluyor? Ne oluyor diye soruyor İrem. İşte bu oluyor. 10 yıl görüşmüyoruz sonra 10 dakika görüşüyoruz ve bu oluyor diyor. İşte buradan aralarındaki o bağı görüyoruz. Ama Ulaş kendi aile sorunları yüzünden, annesinin onu terk edişi yüzünden bütün sorunlarının nedeni İrem’miş gibi davranıyor ve kız artık dayanamıyor. Beni filmin içinde etkileyen bir diğer sahne de bu olmuştu. İrem öyle şeyler söylüyor ki Ulaş’a ve gerçekten biz de kıza hak veriyoruz. Ulaş diyor ki sen de beni herkes gibi terk ettin diyor. İrem de hayır ben seni terk etmedim, sen beni gönderdin diyor. O da doğru ya diyor sen beni aldattın. O da ben seni aldatmadım, seni başkasıyla aldattım diyor falan. İrem Ulaş’a ‘Ulaş ben senin annen değilim. Ben senin baban da değilim. Ne annen gibi seni terk edip, bırakıp gittim. Ne de baban gibi hiç bitmeyen bir kitaba daldım. Bunu anla artık diyor. İşte o anda İrem Ulaş’ı yine kendine getiriyor. Ulaş onun sayesinde babasının o hiç bitiremediği kitabı bitiriyor. Aslında ben filmde hep şunu gördüm. Evet, Ulaş kendi hayatını yönetiyor. Ama aslında tüm hayatına İrem sayesinde yön veriyor. Evet, babasının da payı çok büyük ama asıl İrem sayesinde oluyor ne oluyorsa…

Gelelim artık filmin finaline; sonunda zor da olsa kavuşuyorlar. İrem bir film yönetmeni olmuş çektiği filmin senaryosu ise çok tanıdık. Ulaş ile yaşadıklarını anlatıyor ve sürekli filmin senaryosu değişiyor. Kararsız olduğunu, çifti kavuşturmayacağını görüyoruz ama sürekli oyuncularda bir isyan yine senaryo değişmiş diye.
Ulaş bitirdiği kitabı önce babasının mezarın götürüyor. Sonra da İrem’e götürüyor. İrem için özel imzalıyor. Ona getiriyor ama İrem ben zaten ilk çıktığında almıştım diyor. Buradan da anlıyoruz ki İrem Ulaş ne yaparsa onu sürekli takip ediyor. Daha önce de gazetede yazdığı yazıyı çok beğendiğini söylemişti. Bitmeyen bir hikaye onlarınki aslında. Gelelim sonuna; Ulaş İrem’e bir film çekiyormuşsun. Senaryosu çok tanıdık geldi hayırdır diyor o da evet ama senin bildiğin şekilde bitmiyor diyor. Kız buradan çıkınca ayrı yola gidecek ve bu ilişki de, bu hikaye de burada bitecek diyor. Ulaş yani şimdi bunca şey hiç yaşanmayacak mı diyor, bu arada kızın başındaki fular eksik diyor. İrem de ne fark eder ki, buna mı takıldın diyor, olur mu diyor kız çocuğun evinde o fuları unutacak, ertesi gün almaya geldiğinde ilişkileri başlayacak diyor. İrem de hayır bu senaryo farklı ayrılacaklar diyor. Ulaş da yapma diyor. Şimdi içeri gitsek çocuk kıza bir karışık cd verse ve ilişkileri başlasa güzel olmaz mıydı diyor. İrem de Ulaş biz o yoldan çok yürüdük ama başaramadık biliyorsun, yeniden denemenin bir faydası yok diyor. Ama sonunda vazgeçiyor. Ve sarılıp kavuşuyorlar. Ardından Ulaş İrem’e bir şey uzatıyor bakıyoruz ki karışık usb (flash bellek).  Aslında biz bu filme aşkın gücü diyebiliriz. Filmde gerçek bir aşk vardı ve gerçek aşk hep kazanır. Veee mutlu son…

Gelelim filmde geçen, beğendiğim ve beni etkileyen ufak gibi görünen ama önemli detaylara.

Filmde beni çok etkileyen detayları sizinle paylaşmaya çalıştım arkadaşlar. En çok beni etkileyen şey ise Türk sinemasının büyük bir klişesinin bu filmde yıkılmış olması. Her zaman görmeye alışık olduğumuz ANA-OĞUL, BABA-KIZ ilişkisi yerine, silik bir anne karakteri, hatta kocasını terk ederken, oğlunu da bırakıp giden bir anne, ama oğlunu hiç bırakmayan, daha doğrusu oğlunun hiç babasını bırakmadığı güçlü bir baba-oğul ilişkisi. Evet, film bir aşk filmi olabilir. Ama beni bu yönden çok etkilemişti.

Filmin çocuk oyuncuları çok başarılı bir oyunculuk sergilemişler. Açıkçası o yaştaki insanların böyle bir performans göstermesi de filmin başarısını gösteriyor.

Filmdeki eğlenceli detaylara değinmek istiyorum.
Filmde hoşuma giden sahnelerden biri de zaman ilerledikçe teknolojinin müzikte olan etkilerini izledik. 1990’lı yıllarda Karışık Kaset, 2000’li yıllarda Karışık CD ve 2010 yılında Karışık USB… Evet, filmin adını verdiği karışık kaset olayı ile başlıyor. Doksanlı yıllarda Ulas  irem’e karışık kaset veriyor. 10 sene sonra o döneme adapte olarak ‘Karışık CD’ veriyor. Ardından da en sonunda 2010 senesinde artık filmin sonlarında ‘Karışık USB’ verdiğini görüyoruz. Burada dönemlere göre bir adaptasyon söz konusu olduğunu görüyoruz ve çok eğlenceli bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Yani teknolojiye adapte olan bir film çekilmiş ve bence bu da çok başarılı bir film olmasına katkı sağlamış.

Film bana ‘İçimdeki Fırtına’ şarkısının hikayesini de öğretmiş oldu. Belki de ben bu filmi izlemeseydim hiçbir zaman o şarkının bu derin ve etkileyici hikayesini bilemeyecektim. Hala yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. Nasıl bir aşkmış o öyle diye…

Filmin başrol oyuncularına gelirsek; Sarp Apak benim çok beğenerek izlediğim bir oyuncu zaten. Bu filmde de bir kere daha anladım ki ona bu romantik aşık adam karakterleri çok yakışıyor. En azından ben çok yakıştırıyorum. Özge Özpirinçci de benim çok beğenerek izlediğim bir oyuncu. Özellikle Veda filmindeki ‘Latife karakteri’ ile beni derinden etkilemişti. Bu filmde de romantik filmlere yakışan bir oyuncu olduğunu görmüş oldum.

Esas gelelim Bülent Emin Yarar ve Sevinç Erbulak’ın oyunculuklarına. Onların oyunculuklarına laf edilemez bence. İkisi de çok iyi oynamışlar gerçekten. Bülent beyin zaten oyunculuğu tartışılamaz. Bülent beyi tiyatroda izleme fırsatım olmuştu. ‘Profesyonel’ oyununda kendisini izlemiş ve oyunculuğuna hayran kalmıştım. Yetkin Dikiciler ile beraber harika bir oyun çıkarmışlardı. İzlemeyen arkadaşlara tavsiye ederim.


Sevinç Erbulak’ı ilk kez ‘Süper Baba’ dizisinde tanımıştım. Ondan sonra da her oynadığı diziyi, filmi izlemeye başlamıştım. Kendisini çok beğenirim, çok severek izlerim. Hatta kendisine sosyal medya aracılığı ile de ulaşıp mesaj atabiliyorum. Çok sıcak bir insan. Emin olun siz de yazarsanız size de cevap verecektir. Çok mütevazi, çok karakterli, çok düzgün bir oyuncu kendisi.

Filmi izleyen bayan arkadaşlarım bilirler de izlemeyenler için ben kendi düşüncemi size aktarmak istiyorum. Günümüzde bayanların en büyük hayali sanırım Ulaş gibi bir adam. Hiç kimseyle ilişki yaşamadan, çocukluk aşkını bekleyen bu adam çoğumuzun hayali diye düşünüyorum. Ne yalan söyleyeyim benim hayalim değil çünkü ben zaten öyle bir adamla evliyim. Ama herkes benim kadar şanslı değil maalesef. Günümüzde böylesi bir erkek yok denecek kadar azdır herhalde.

İşte böyle arkadaşlar bence filmi izlemediyseniz, DVD’sini alıp izleyebilirsiniz. Ben şimdiden arşivime koydum bu güzel filmi. Sizlere de tavsiye ederim.
Bir başka yazımda görüşmek ümidi ile.

Hepinize kocaman sevgiler.

MOCCCO


AŞK

AŞK ANLATILMASI GÜÇ, EN YAŞANILASI VE EN TARİFSİZ DUYGU

Merhabalar arkadaşlar,

Sizlerle bugün yeni bir yazımda daha buluşmanın sevincini yaşıyorum.

Belli bir yaşa gelince insan aşkı kendine göre anlatabiliyor. Ben de bu yazımda sizlerle biraz bunu yapmaya çalışacağım. Umarım beğenerek okur ve okudukça kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz.
27 yaşında bir kadınım ve hayatımda sadece bir kez aşık oldum. Ama etrafımda çok aşka tanıklık ettim. Kimisi acı sonla bitti kimisi ise mutlu sona doğru gitti, evlilikle sonuçlandı diyeceğim ama aslında sonuçlandı demek bana yanlış geliyor. Çünkü evlilik aşkın bitmesi demek değil, sadece başka bir boyuta geçmesidir. Evli insanlar beni daha iyi anlayacaktır. Ama bekar arkadaşlara buradan sesleniyorum evlilik zor da olsa aşık olarak evlenirseniz tüm zorlukları aşabilirsiniz. Merak etmeyin sizleri sürekli evlilik diyerek sıkmaya hiç niyetim yok. Önce kendi durumumu anlatarak başladım söze. Ben aşık bir kadınım ve aşık olduğum adamla evlendim. Ama ben sizlerle bu yazının devamında tanık olduğum aşkları, yaşanmışlıkları, kalp kırıklıklarını anlatacağım.
Evet, çok eski tarihlerden beri anlamı keşfedilememiş, tarif edilememiş tek duygudur aşk. Çocukken başlar kimimizde ya da başladığını sanır çoğumuz. Aşk başka bir dünyadır arkadaşlar. Çeşitleri de vardır. Karşılıklı olan aşklar ve hiç karşılık bulamayan aşklar, saplantılı aşklar…
İlk önce belki de çoğunuzun başına gelen, gelmiş olan ya da gelecek olandan başlamak istiyorum. Karşılıksız aşk dediğinizi duyar gibiyim. Platonik aşk diye de geçer. Bilirsiniz genelde küçük yaşlarda başımıza gelen, kendimizden büyüklere duyduğumuz büyük hayranlıktır bu aslında. Açıkçası ben onu tam olarak bu kategoriye koyamıyorum. Neden derseniz ileriki yaşlarınızda onun sadece bir hayranlık olduğunu anlıyor ve sadece gülüp geçiyorsunuz. Burada genelde öğrencinin öğretmenine duyduğu hayranlık, küçük bir kız çocuğunun ya da erkek çocuğunun izlediği filmdeki oyuncuya aşık olduğunu sanması gibi masumane şeyler var.
Ama asıl karşılıksız aşk yukarıda dediğim gibi olmaz. Aynı sınıfta okuduğunuz, sıra arkadaşınızla önce dost olup, sonra ona karşı bakışınızın değişmesi ve sürekli onu düşünmeniz gibi olur. Neden özellikle sıra arkadaşı dedim çünkü genelde o şekilde olan karşılıksız aşklara tanıklık ettim. Bu aslında yaş ilerledikçe bazı hormonların da etkisiyle karşı cinse farklı bir gözle bakma durumudur. Bilimsel olarak da açıklamış oldum. Neyse sıkılmayın hemen. Genelde erkek tarafında başlayıp, kızın anlayamaması nedeniyle olayın farklı boyutlara ulaşmasıyla sonuçlanır. Erkek aşıktır ama kız dost olarak görüyordur. Kızın haberi bile yoktur. Erkek hareketleri belli etse bile kız konduramaz, o benim sıra arkadaşım, o benim sırdaşım, o benim dostum der ama sonunda en çok acıyı da yine o kız çeker…
Şimdi diyeceksiniz ki hep mi kız acı çeker. Valla hep diyemem ama genellikle kızlar acı çeker. Ben birebir şahit oldum böylesi bir olaya. Kız en yakın arkadaşım dediği çocuktan bir anda ‘çıkma teklifi’ aldı ve dünyası yıkıldı. Çünkü onun için o sadece arkadaştı, dosttu, sırdaştı. Nasıl yıkılmasın ki, birdenbire en yakın arkadaşınızı kaybediyorsunuz hem de sonsuza kadar. İnanın bir daha eskisi gibi olamadılar. Kız hala der. Keşke hiç bana o gözle bakmasaydın da, o güzel dostluğumuz sonuna kadar sürseydi… Ama olmadı, olmadı. Kız hala hatırladıkça üzülür. Dostumu kaybettim diye çünkü bu devirde dost bulmak çok zor.
Bir başka örnekte yukarıdakine benziyor ama bence daha beteri. Bir dönem belki hatırlarsınız. Herkes en yakın arkadaşına kanka, kanki derdi. İşte bir başka tanık olduğum olayda böyleydi. Birbirlerine kanka, kardeş diyen bir erkekle bir kızın hikayesi. Kız çok saf ve temiz. Herkesi de kendisi gibi sanıyor. Ne demişler. Kişi karşısındakini kendi gibi bilirmiş. O yüzden de kız bunu fark edemiyordu. Ama çocuk bunu fark etsin diye çok uğraşmıştı. Sürekli onu sahiplenip, kıskanıyor ve aşırı tepkiler veriyordu. Ama kız beni kız kardeşi gibi görüyor ondan böyle yapıyor diyordu. Ama durum pek de öyle değildi. Kız aslında neden konduramıyordu diye sorarsanız; çünkü çocuk kıza kanka sen bir gün evlenirsen ben senin nikahında şahidin olmak istiyorum demişti. Böyle bir çocuktan nasıl öyle bir şey bekleyebilirdi ki..? Neyse zaman geçti. Çocuk bir gün artık dayanamadı ve kıza açıldı. Ne olduysa o zaman oldu. Kız onu istemedi kardeşimsin sen benim dedi. Anlamadı. Sürekli ret cevabı verdi yine anlamadı. Anlamamakta ısrar etti. En sonunda kız yazık dedi sevmiyorum ama o mutlu olsun dedi evet dedi ve hayatının en büyük hatasını yaptı. O zaman umut buldu çocuk ama kız hiç sevemedi onu. Sonunda da olmuyor diyerek ben seni kardeş gibi görüyorum başka türlüsü olmaz dedi. Çocuk yine anlamadı. Hep neden diye sordu, Neden beni sevmiyorsun, benim neyim eksik diye soruyordu. Kız da artık en son tipim değilsin dedi kestirdi attı. Bu defa da çocuk içip içip onu aramaya başladı. Şimdi bu sizce aşk mıdır? Saplantı mıdır? Ben söyleyeyim saplantılı bir aşktı onunki. Hastalıklı bir tutku idi. Ama kızın suçu yoktu. Belki de tek suçu evet demesiydi.
Sevgili bayan arkadaşlarım, kızlar eğer lise çağlarındaysanız ve kankalarınız varsa onlara karşı mesafeli olun, saf olmayın, gözünüzü açın ve olayların farkında olun lütfen. Yoksa benim çevremdeki kız arkadaşlarım gibi acı çekersiniz.
Bir de uzaktan sevmeler var. Uzaktan uzağa aşık olanlar. Onlarınki çok zararsız olur. Birçok filme de konu olmuştur. Çok örnekleri vardır. Hatta şarkısı bile var. ‘Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli. Alıştım hasretine gel desem gelemem ki’ Aslında eskiden böyleymiş çoğu aşklar uzaktan sever, itiraf edemezmiş insanlar. Uzaktan, zarar vermeden severlermiş. Şimdi nerede öyle sevgiler. Şimdi illa ki bana evet diyecek derdinde herkes. Yok ki öyle bir dünya. Bu işler gerçekten nasip, kısmet.
Unutmayın nasip diye bir şey var. Hatta bununla ilgili bir söz paylaşmak istiyorum sizinle. Tam da yeri geldiNasip; İstenen değil, hep verilen. Nasipse gelirmiş Çin'den Yemen'den. Nasip değilse; Senin olsa bile kayar gidermiş elinden
O yüzden hep nasip kısmet diyerek bakın bu işlere. Bakın size yukarıda anlattığım olayda kız da çocuk da şu an evliler ve çocukları var. Demek ki nasip değilmiş. Boşuna üzmüş çocuk kızı o kadar. O yüzden nasip nasip nasip…
Uzaktan yaşanan sevgiler için de aklıma çok güzel bir şarkı geldi. İlk dinlediğimden beri beni çok etkilemiş bir şarkıdır. Hiç başıma uzaktan sevmek gelmese de müziği, sözleri çok etkileyici gelmişti bana.

Uzaktan sevdim uzaktan seni
Söyleyemedim sevdiğimi
Ne kadar çok istedim bilsen.
Söylemeyi sevdiğimi

Ama seni görünce titrerdi yüreğim.
Tutulurdu dilim konuşamadım.

Seni izledim seni günlerce
Söyleyecektim sevdiğimi
Sen yanımdan geçip de gittin
Söyleyemedim yine sevdiğimi

Çünkü seni görünce titrerdi yüreğim.
Tutulurdu dilim konuşamadım.

Bu şarkıdaki gibi aşklar kaldı mı bilmem ama bu gerçekten bir aşk. Uzaktan sevmeyi tercih edip, sevdiğine zarar vermeden sevenler. Sizler iyi ki bir zamanlar varmışsınız. Ama şimdi var mısınız emin değilim. Eğer olsaydınız kızlar hayır dedi diye öldürülmezdi herhalde.
Bir de sahte aşklar var aslında. Umarım çoğunuzun başına gelmemiştir. Burada erkek/kadın hangisi olursa karşındakini kandırıyor. Seviyor, numarası yapıyor ve duygularıyla oynuyor. Böyle örnekler de çok gördüm maalesef. Karşındakini kandırınca acaba ellerine ne geçiyor anlamak mümkün değil. Öyle de güzel rol yapıyorlar ki gerçekten herkesi inandırıyor sevdiğine. İşte bunlar şeytan insanlar. Yazık değil mi ona inanan insana, yazık değil mi onun umutlarına, yazık değil mi onun evlilik hayallerine. Yazık demeyi bırakın, günah bu günah. Kul hakkına girer. Birazcık vicdanı olsa yapmaz insan bunları. Ama işte maalesef herkes bizim gibi değil. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir diye boşuna dememişler. Allah hepimizi iyi insanlarla karşılaştırsın arkadaşlar. Ben maalesef buna da şahit oldum. Aylarca kandırdı kişi. Sonra öğrendik ki aynı anda başka bir kızla daha ilişkisi varmış. Hatta nişanlısı varmış. Olan benim arkadaşıma oldu. O yüzden çok dikkat edin derim. İnsanlar çok iyi oynuyor. En güzeli dua etmek ve kalpten hissetmek bazı şeyleri. Aşkın gözü kördür derler. Bu çok doğru bir laf. Hatta aşkın kulağı da sağır, zaten mantığı da yok. O yüzden insan aşık olursa göremiyor. Burada çevreye, aileye çok iş düşüyor sanırım. İnsanlar artık kandırılmasın istiyorum. Sonrası çok büyük bir yıkım oluyor. Yazık yani onca yaşanana, vakit kaybına, çabaya…

İşte aşk böyle çok acı da çektiriyor, çok mutlu da ediyor. Sanki onunla da olmuyor, onsuz da olmuyor. Aşksız bir hayat da zor, tadı tuzu olmuyor. Aşk olunca da üzülmeyi göze almak gerekiyor. Zor bir karar belki de bu arkadaşlar. Aşık olunmalı mı, olunmamalı mı, yıllardır çözülemeyen bir sorun bu aslında.
Ama bana sorarsanız, her insan hayatının bir döneminde dahi olsa aşkı yaşamalı, bu duyguyu tatmalı, bu duyguyu tatmadan bu dünyadan göçüp gitmemeli. Ama tabii ki bu da nasip, kısmet. Her şeyin hayırlısı demek gerekiyor her zaman.

Şimdi sizlerle aşk adına aklıma gelen sözleri paylaşmak istiyorum ve yazımı bu şekilde noktalamak istiyorum.


‘ ÇIKMAZ yazdığı halde ısrarla girdiğin sokağın adıdır AŞK’
‘AŞK tüm dünya insanları arasında sana tanıdığım ayrıcalıktır.’
‘Belki de sen sadece aşka aşıktın ama ben bunu üstüme alındım.’
‘Gelmeyeceğini bile bile ısrarla beklemek, saflık değil yalnızca AŞK’tır.’
‘Aşk sabretmektir. Hz. Yusuf’un kuyudayken sabretmesi, Hz. Yakup’un Yusuf’u beklerken sabretmesi gibi…’
‘Aşk lüks bir lokantada yenilen en pahalı kazıktır.’
‘Aşık olmak hayal kurmak kadar kolay, unutmak ise hayalin gerçekleşmesi kadar zordur.’
‘Aşkı arama kitaplarda, romanlarda, filmlerde. Aşk yalnızca sevdiğinin gözlerinde…’
‘Aşk tarifi olmayan ama hep hayali kurulan tek duygudur.’

Son olarak da Peygamberimiz Hz. Muhammed'in çok sevdiğim bir sözünü paylaşmak istiyorum. 
Umut verip güven aşılayıp da yarı yolda bıraktığın insanın Gönül sadakasını iki dünyada da veremezsin... Hz. Muhammed (S.A.V.)



 Evet, bir yazımın daha sonuna geldik arkadaşlar. Umarım keyif alarak okumuşsunuzdur. Kendimce size aşkı anlatmak istedim. Beğendiğinizi umut ediyor. Sevgilerimi yolluyorum. Aşka dair başka yazılarım da olacak. Merak etmeyin sevgili arkadaşlar. Bir başka yazımda görüşmek ümidi ile…


MOCCCO


15 Mayıs 2015 Cuma

EFSANE İKİLİ ZEKİ- METİN'İN ZEKİ'Sİ GİDİNCE

Selamlar herkese,


Bugün sizlerle biraz duygu yüklü, biraz da eleştiri niteliğinde bir yazı daha paylaşmak istiyorum. İnanın şu anda içimden ne gelirse doğaçlama buraya aktarıyorum. Özel bir çabaya gerek yok. Çünkü konu ZEKİ ALASYA.


Biliyorsunuz geçen hafta elim bir olay oldu ve şok bir haberle sarsıldık. Bu ülkenin en büyük değerlerinden biri olan, sanatçı, duayen ZEKİ ALASYA artık aramızda yoktu. Haberi okuyunca insan şakadır herhalde diyor. Ama bir bakıyorsunuz ki gerçekten kaybetmişiz. Önce çok büyük bir şok geçirdim. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sonra haberin doğru olup olmadığına baktım. Metin AKPINAR' ın sözlerini dinleyince umutlarım tükendi ve başladım ağlamaya... Evet, her canlı ölümü tadacaktır biliyorum ama sağlıklı sanıyorduk biz onu. Tüm Türkiye şoka girdi. Ayşen GRUDA 'Bugün her evden bir cenaze çıktı.' demiş ne kadar da doğru. Biz Zeki ağabeyimizi, Zeki amcamızı kaybetmiştik. Bizi güldüren o efsane ikili artık ayrılmıştı. Yıllarca Zeki-Metin kavgalı denmişti sürekli bu haberleri duymuştuk ama Metin ağabeyimiz gerçek değildi dedi. Biz asıl şimdi ayrıldık. Sevinenler kına yaksın dedi. Ahh ahh neden sürekli yalan yanlış haberlerle beynimizi dolduruyoruz. Onlar çok iyi dosttu ben bunu hissediyordum. Koca bir ömür geçirmişlerdi. Sonuçta kardeş gibiydiler. Bunu anlamak bu kadar mı zordu? Hayır değildi. İnsanlar kıskandılar böyle bir dostluk olamaz diye düşünüp iftira atmayı yeğlediler. Her zamanki gibi sığ davranmayı seçtiler işte... Ne zaman yüce gönüllü olabilmişlerdi ki yine şaşırmamıştım yani.
İnsan neden başkalarının mutluluğundan keyif almak yerine, sürekli başkalarının mutluluğunu kıskanır bir türlü çözemedim gitti. Herhalde hiç de çözemeyeceğim.

Neyse, öncelikle ben Zeki ALASYA öldü haberinde neden derin bir şok geçirmiş ve tüm gün ağlamıştım? Bunu bana sordu yakın çevrem elimde değildi ki. Kemal SUNAL' ın ölüm haberinde sarsılmıştım çok büyük bir şok geçirmiştim. Geçenlerde eşime şunu demiştim belki de ondan bu kadar kötü oldum. Kemal SUNAL yok ama Zeki-Metin var, Halit AKÇATEPE var. Ama onlardan birine bir şey olursa çok kötü olurum demiştim, zor kaldırırım demiştim belki de hissetmiştim olacakları farkında olmadan...
Peki, benim Zeki-Metin ile tanışmam nasıl olmuştu, 4-5 yaşlarında idim. O zamanlar daha DVD oynatıcılar yok. Video-kaset oynatıcılar var. Bizim evde de vardı. Ağabeyimle oturup ‘Ninja Kaplumbağalar’ ı izlemiştik. O bitince de DEVE KUŞU KABARE kasetini izlemeye başladık. İşte o gün tanımıştım. Çok gülmüştüm. O çocuk aklımla ne anlamış da gülmüştüm bilmiyorum. Ama şu an biliyorum. Onlar çocuktan büyüğe herkesin anlayabileceği bir dil kullanıyorlardı bu konuda büyük ustalardı. İşte o zaman tanımıştım. Sonra ise filmlerini izlemeye başlamıştık. Efsane ikilinin o komik filmleri. Çocukken bana gülmeyi öğreten insanlar bir bir gidiyorlar işte. Kolay değildi bu. Çocukluğum da gitti sanki. Her zaman güldüğüm filmlere şimdi gözlerim dolu dolu bakıyorum. Gülemiyorum sanırım bir süre de pek gülemeyeceğim. Ahhh ahhh zor ama hayatın gerçeği bu herkes doğar, büyür ve ölür. Çok net ama zor...

'O güzel insanlar o güzel atlarına binip gittiler.' Evet, işin özeti buydu.
Ben o gün bu gidişi şöyle ifade ettim. Şimdi buradan gökyüzüne doğru bir yıldız daha kaydı ve dönmemek üzere gitti... Sanırım duygularımı en iyi ifade eden cümle bu oldu.

Bunca üzüntümün içinde o gün beni çok kızdıran, çok affedersiniz ama adeta sövdüren şeyler de okudum. Zeki ALASYA masonmuş o yüzden naaşı camiden kalkamazmış. Bunun kararını bu hadsizler mi veriyor? Ardından rahmet okunmaz ve dua edilmezmiş. Bunu yazanlar siz kendinizi ne sanıyorsunuz acaba? Adam ölmüş. Türkiye yasta birkaç gereksiz çıkıp da böyle hadsizlik nasıl yapıyor anlamıyorum. Ölenin arkasından kötü konuşulmaz dinime bağlıyım diye geçinen zavallı mahlukatlar önce bunu öğrenseniz de sonra konuşsanız. Kendince dininizi savunduğunuzu sanırken, öyle bir dibe batıyorsunuz ki… 


Ben en çok Zeki abimizin ailesinin bu tip haberleri okuyup üzülmesine üzülüyorum. Ne hakkınız var ki acısı olan insanları böyle yormaya. Bırakın da üzüntümüzü, kederimizi yaşayalım. Bir susun. Bir def olun Allah aşkına ya.

Son olarak Metin abimizin acı haberi aldığında söyledikleriyle yazımı noktalamak istiyor ve o kara kalpli insanlara vicdanınız yok mu sizin demek istiyorum. İşte o yürek burkan sözler:

Alasya’nın can dostu Metin Akpınar da çok büyük üzüntü içinde. CNN TÜRK' e konuşan Metin Akpınar, üzüntüsünü gözyaşlarıyla şu sözlerle anlattı:
"Zeki Alasya benim yarımdı. Yarım gitti, canım gitti. Herkes için büyük kayıp. Her ölüm gençtir ama Zeki çok genç öldü. Maalesef karaciğerde bir olumsuzluk oluşmuştu. Çok geç fark edilmişti, yapacak bir şey yoktu. Son zamanda hoş tutmaya çalışıyorduk. Olabildiğince rahat ettirmeye çalışıyorduk. 15 gündür çok kötü bir tablo vardı. Son 2 gündür ben yanındaydım. Bugün sevdiği yemeği yapıp götürecektim. Bu haberi aldım. Kader bizi adeta birleştirmişti. Babalarımız aynı firmada çalışırlardı. Annelerimiz vefat ettiğinde imamları bile aynıydı. Bu yazgı bizi birleştirdi ve ölüme kadar da ayrılmadık. 
Ayrılık dedikoduları saçma sapan dedikodulardı. Şimdi gerçekten ayrıldık, bazıları kına yakabilir. Çok marifetli bir adamdı. Terziliği bile vardı. Zeki başarılı bir sanatçıydı. Kısa ömrüne çok başarı sığdırdı."

Biraz insan olun da ölmüş adamın arkasından dua edin ve insanların acılarına saygı gösterin. Anlayın demiyorum. En azından hürmet edin...

Mekanın cennet olsun Himmet ağabey, biz senden bir şey sayarken kafamız karışırsa ta en başa dönüp yeniden saymayı öğrendik. Sen bize aslında o zamanlarda pes etmemeyi, yanlış yaparsak başa dönmeyi öğretmiştin. Biz senden çok şeyler öğrendik. Nurlar içinde yat. Kemal SUNAL' a selam söyle. Tek tesellimiz onunla kavuşmanız belki de...

Bunları yazarken hala çok duygu doluyum. Ağlayacak gibi de oldum ama ağlamadım. Hüzünlüyüm. Zor bir kayıp bizler için. Bütün değerler bir bir gidiyorlar. Alışmak mı lazım bilmiyorum...

Sevgiler,

MOCCCO


BU ÜLKEDE KADIN OLMAK NE DEMEK?

Merhabalar

Bugün sizlerle bir kadın olarak bu ülkede kadın olmak ne demek başlıklı yazımı paylaşacağım.

Bu ülkede bölgelere göre değişen bir kadın kavramı var maalesef. Doğu tarafında kadın demek bir nevi köle demek, töre cinayetlerin kurbanı demek, kocası öldükten sonra töre gereği kocasının kardeşiyle evlendirilmesi demek, erkek çocuk doğuramadığı taktirde dövülen ve hep ezilen demek, ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş demek... 
Daha bitti sanmayın Doğu'da kız olarak doğduğunuz anda okula gitmesine gerek yok denilir ve kız çocukları okutulmaz. Belki de ileride doktor, avukat, mühendis olacak kızlar var ama olamıyorlar. Gerçi ülkemizde sosyal sorumluluk adına kurumsal sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştiriliyor. HAYDİ KIZLAR OKULA KAMPANYASI vb. gibi ama yetmiyor yetmiyor... İlla ki Doğu diye bakmıyorum aslında ben olaya. Çünkü İstanbul'da Doğu bölgesinden göç etmiş çok aile var ve onlar da maalesef bu gerici mantığı sürdürmekte ısrar ediyorlar. Hepsi böyledir demiyorum aralarında mutlaka aklı başında kızlarını okutan babalar vardır ama çok az sayıda olduğunu söylemekten çekinmiyorum.
İç Anadolu'da kadın olmak da çok ayrı bir durum. Orada durum bu kadar vahim değil. Kız çocukları okutulur. Eskiden okutulmazmış, tarlada işler var diye. Ama şimdi baktığım zaman bir Sivaslı olarak hepimiz okuduk. Çoğu kız okuyor, en azından liseyi bitiriyor. Üniversite biraz daha batıdaki kadınların tercihi oluyor. Çünkü Batı aileleri özellikle babalar kültürlü evlatlar yetiştirmek istiyor. Benim görüşüm bu yönde en azından.

Ege Bölgesi'nde kadın olmak daha farklı bir kavram. Daha rahat daha özgür kadınlar var orada. Onlarla ilgili büyük sorunlar olmasa da bence orada da rahatlık çok fazla. Çok aşırı özgürlük de sıkıntı. Çünkü her şeyin azı karar çoğu zarar.

Kısacası bu ülkede kadın olmak böyle işte!

Ama gelelim 2009 yılında sevgilisi tarafından hunharca katledilen Münevver KARABULUT' a. O gencecik masum bir kızdı. Tek suçu zengin diye o çocuğa kanmaktı. Çünkü temiz niyetli, saf bir kızdı ve aklına kötülük gelmiyordu. Nasıl gelsin ki o kendisi gibi bilmişti o çocuğu. Ama o öldürüldükten sonra arkasından o yaşta bir kız bir erkeğin evine nasıl gider, namussuz ahlaksız gibi kötü birtakım şeyler söylemişlerdi. Ben o dönemlerde neredeyse benimle yaşıt bir kız ölmüştü hem de hiçbir suçu yokken sadece buna bakıyordum. Canı çok mu acımıştı, hunharca katledilmiş, kafası gövdesinden ayrılmış diye ağlamış başka hiçbir şey de düşünmemiştim. Tek düşündüğüm o kızcağızın annesi idi. O şimdi nasıl dayanacaktı evlat acısına, babası nasıl toparlanacaktı, kardeşi bu acıyı nasıl kaldıracaktı, gerisinden bana neydi ki...
İşte bu ülkede genç bir kadın olmak böyleydi. Birisi tarafından öldürülürseniz, orada ne işi vardı derlerdi arkanızdan. Hem de namussuz ve ahlaksız olurdunuz. Ünlü de olsanız, ünlü olmasanız da bu gerçek böyleydi. Nice nice örnekler var aslında.

Defne Joy Foster' ı hatırlarsınız değil mi? Hayat dolu, neşeli, cıvıl cıvıl bir kadındı. Değişik programlar sunar, dizilerde oynardı. Yaşama enerjisi çok yüksekti. Sihirli Annem dizisinde Eda karakteri ile tanıdık biz kendisini daha çok. Ama benim tanımam çok daha eskilere dayanıyor. Kerim Tekin ile bir röportajı vardı evine gitmişti. Orada onunla konuşuyordu. Ünlülerin evine çat kapı giden uçuk kaçık kızdı ilk tanıdığım zamanlar. Sonra dizisi oldu yine uçuk kaçık bir karakterle çıkmıştı karşıma. Sonra evlendiğini duydum. Çocuğu da olmuştu. Ne kadar güzel demiştim. O sıralarda bir dans yarışmasına katılmıştı. O dönemlerde de astım hastası olduğunu öğrenmiştim. Ardından bir sabah ölü bulunduğunu yazan bir haber duymuş ve çok üzülmüştüm. Haberin perde arkasını merak etmemiştim. Sadece o kadar hayat dolu bir kadın nasıl ölür ki diye çok üzülmüştüm. Aynı gün içinde evli bir kadının başka bir adamın evinde ölmesi, evli bir kadının geceyi başka bir adamın evinde geçirmesi vs. iğrenç haberler duymaya da başlamıştım. İddialar çok iğrençti. İşte yine ben bize ne, size ne, kadın ölmüş, ardında da bir minik bebek bırakmış, gözü yaşlı bir eş bırakmış, acılı bir anne bırakmış... Gerisinden bize ne ki? O bebek belki de annesini hiç hatırlayamayacaktı. Bundan daha acı ne olabilirdi ki? Ayrıca da o çocuk büyüdüğünde bu iğrenç haberleri neden okuyacaktı ki? Ölünün ardından konuşulmaz rahmet okunur neden hala öğrenemedik ki biz bunu?
İşte bu ülkede ünlü bir kadının ölümü ardından da bu iğrençlikler devam etti... Namussuz bir kadın gibi lanse edilerek günah işlemediler mi? Ne geçti ki ellerine...

Nice nice örnekler var aslında...

Ama en son örnek ÖZGECAN ASLAN oldu. Evine gitmiş için dolmuşa bindi ve tecavüze uğramamak için direndi, yakıldı, katledildi. Onun ardından da melek gibiydi bunu hiç hak etmemişti dedik. Melek gibi olmasa ölümü hak mı edecekti ki? Bu ne biçim bir laftı ki? Evet, gerçekten çok güzel bir kızmış ama saftı, temizdi, melek gibiydi dedi herkes ardından yani ahlaklıydı, namusuyla öldü demek istediler. Yahu masum bir genç kız katledilmiş, tecavüze uğramamak için kendini korumak istemiş gencecik bir kız. Gerisinden bize ne... Annesinin o acı dolu sözleri Özgecan Aslan'ın annesi Songül Aslan, kızının cenazesi öncesi gazetecilerle konuştu. Songül Aslan, kızının ölümüyle ilgili olarak "Bir dolmuşa binip de evine gelirken bu katliamın olmasına benim aklım ermiyor, akıl sır erdiremiyorum. Kızımın tek hatası dolmuşa binip evine gelmek mi?", babasının yürek dağlayan feryadı; kızına yürek burkan sözlerle seslenen Mehmet Aslan, "Yardım isteğini duyamadım canım kızım. Benim savaşçı kızım, benim güzel kızım. Rabbim seni kendisi için yaratmış. Melek kızım beni affet. Kara gözlü ceylanım benim. Gül goncası güzel kızım benim. Seni öpmeye kıyamadım, seni uykuda sevmeye kıyamadım. 'Babiş' derdi bana" bunları düşünmekten başka yapacak bir şey yoktu. Ülkemiz ÖZGECAN'ın ölümüyle sarsıldı. En çok sarsılanlardan biri de bendim diyebilirim. Çünkü rüyama girdi. Rüyamda taksiye biniyordum. O sırada Özgecan' ı gördüm ve ona sakın dolmuşa binme gel ben seni taksiyle gideceğin yere götüreyim demiştim. Çok sevinmişti. Annem merak eder, babam merak eder. Beni onlara götür demişti. Ben de götürüyordum. Bir anda yolda giderken, taksinin içinden yok olduğunu gördüm şok oldum yani onu ailesine teslim edememiştim... Sabah kalktığımda içim ürpermişti. Allah'ın belası bir sapık yüzünden, insan bile denmeyecek bir varlık tarafından öldürülmüştü, hiçbir suçu yoktu. Tek suçu bu ülkede doğmak, genç ve güzel bir kadın olmak ve o dolmuşa binmekti belki de. Mekanın cennet olsun ÖZGECAN ASLAN. Hala bu satırları yazarken ellerim titriyor, çok duygulanıyorum. Çok kötü oluyorum. Nurlar içinde yat güzel kız...

Yılını tam net veremediğim bir zamanda gerçekleşen bir acı olayı daha paylaşmak istiyorum sizlerle. Geçmiş zamanlarda okuyup da beni derinden etkileyen bir olaydı. Yine bir genç kız ve yine bir cinayet...
Lisede bir kızın başına geliyor bu. Sırf kendisine evet demedi, arkadaşlık teklifini kabul etmedi diye apartmanının asansöründe bıçaklanan kızcağız. Belki siz de okumuşsunuzdur bu olayı. Belki hatırlarsınız bilmiyorum ama ben bilmeyen ve hatırlamayan arkadaşlar için yazıyorum. Gencecik kız sırf saplantılı ve hastalıklı bir sevgisi olan bir adama 'Evet' demedi diye öldürülmüştü. Ne kadar acı değil mi? Hayır deme hakkı yok muydu? Elbette vardı ama o kendini aşık sanan zavallı, sırf kendi bencilliğinden, bana nasıl evet demez diye onu hayatından etmişti. Benim takıldığım nokta ne biliyor musunuz? Bu adamı nasıl yetiştirmişlerdi ki. ‘Hayır’ cevabı da var bu hayatta. Bunu da duymaya alışmak gerekiyor. Buradan ailelere, geleceğin ana-babalarına yani sizlere sesleniyorum arkadaşlar. İleride erkek evlat sahibi olduğunuzda ona hayır demeyi bilin, hayır kelimesini duysun. Her şeye evet denmediğini öğretin ilk önce. Sonra da namusu öğretin. Namus önce erkek çocuklara öğretilsin. Belki gelecek nesiller bu tip olayları çok daha az yaşarlar böylece. Peki, soruyorum size. Lise çağlarında bir genç kız neden hayatının baharında kara toprağa verildi? Birine 'Hayır' deme hakkını kullandı diye... Bu hayatta evet de var hayır da var. Nasıl siyah da var beyaz da var işte hayır da duyabiliriz. Ama bir erkek sırf ona evet demedi diye bir kızı hayatından etmemeli. Ailesine yazık değil mi? Ne hakkı vardı ki onlara bu acıyı yaşatmaya. Bu nasıl bir bencillik aklım almıyor...

Bu ülkede kadın olmak işte böyle bir şey arkadaşlar...

Tecavüze uğrarsanız suçlu yine siz olursunuz, toplum sizi suçlar ve sizi damgalar. Tecavüz edilip öldürülürseniz eğer temiz bir kadın olduğunuza kanaat getirirlerse ardınızdan melek gibi kızdı, tertemiz gitti derler. Yok, bir erkeğin evinden öldürülürseniz; rahmet okumaz o erkeğin evinde ne işi varmış ki, günah değil mi hak etmiş gibi şeyler söylerler. Kısacası arkadaşlar bu ülkede kadın olmak zordur. Eğer evliyseniz ve hamile kalırsanız çocuğunuzu kürtaj ettirme hakkınız yoktur. Çok hasta dahi olsanız, o çocuğu ölü bile doğuracak olsanız kürtaj yaptıramazsınız. Evli olmayanları saymıyorum bile onlar tecavüz edilip hamile kalırsa o çocuğu doğurmak zorundadır. Neden mi? Çünkü ona nasılsa devlet bakar derler. Bu ülkede kadınsanız  hep sizin dikkat etmeniz gerekir. Hep suçlu siz olursunuz. Toplum hep sizi karalar. Kocanız ölürse ya da anlaşamayıp kocanızdan ayrılırsanız adınız dul kadın olur. Anne- babanızın evinden telinizle, duvağınızla beyaz gelinliğinizle çıkıp giderseniz adınız gelin olur. Eşinizin ailesi biz kız aldık derler. Çünkü siz pazardaki bir mal gibi görülmeye mahkumsunuzdur. Maalesef ki bu ülkede kadına bu şekilde bakılıyor. Kadının hayır deme hakkı da yok. Sanki her şeye evet demek için dünyaya gelmiş. Erkek çocuklara küçükken bu hayatta hayır cevabını da duyacağını öğretirsek; böylece kadının hayır deme hakkı da olur.
Bu ülkede kadın olmak işte böyle zor. Benim gördüğüm, hissettiğim, yaşanılanlardan çıkardığım sonuç bu... Namusun sadece bayana ait bir kavram olarak görüldüğü güzel ülkemde tüm kadın arkadaşlarıma bu zor hayatta başarılar diliyorum.


Halbuki kadın olmak öyle başka bir şey ki, çünkü Allah kadına annelik duygusunu nasip ediyor. Anne olmak, bu dünyaya bir varlık getirmek, onu büyütmek yetiştirmek bunun gibisi var mı ya? Anne değilim belki anlamam ama. Kadına bahşedilen en muhteşem şey bu ve sırf bu yüzden kadına saygı duyulması gerekiyor. Kadınlar olmasa ne yapacaksınız yahu? Kadın demek, ana demek, ana demek her şey demek, can demek kan demek, yaşama sebebi demek. Kadın olmasa kim bizi dokuz ay karnında taşıyıp, onca kahrını çektikten, zor bir hamilelik geçirdikten sonra hiç kimsenin sevemeyeceği kadar sevecekti ki? Kadınlara şiddet değil sevgi gösterin ve onlara saygı duyun...

En çok da neye sinir oluyorum biliyor musunuz? Bir bayan bir erkeğe hiç yüz vermemesine rağmen o erkek ona asılıyor. Kız bundan rahatsız oluyor engellemek istiyor. Ama çevredekiler öyle bir şey diyor ki aklım gidiyor resmen! Dişi köpek kuyruk sallamazsa, erkek köpek arkasından gitmez. Bu lafa sonuna kadar karşıyım çünkü kız hiçbir şey yapmasa bile saplantılı erkekler var, gidiyor sırf onu sevmedi diye kızı öldürüyor. Buna ne diyeceksiniz bakalım? Neyse yazımı noktalamadan önce bir söz paylaşmak istiyorum.


SON SÖZ : NEDEN NAMUS DEYİNCE AKLA KADIN GELİYOR; OYSA NAMUSUNU KAYBETMİŞ ONCA ERKEK VARKEN...!m

MOCCCO'DAN SEVGİLER SAYGILAR

KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK

Merhaba arkadaşlar,

Söze başlamadan önce bu yazıyı 1 sene önce yazdığımı belirtmek istedim.

Bugün sizlerle kurumsal sosyal sorumluluk için önceden yazdığım ve çok beğenilen bir yazımı paylaşmak istiyorum umarım beğenerek okursunuz.


KURUMSAL SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİ VE ETKİLERİ

Sosyal sorumluluk kurumların toplumsal fayda sağlamak yönündeki davranışlarını ve hedef kitlelerine ilişkin yerine getirmeleri gereken birtakım sorumluluklarını kapsayan bir terimdir. Sosyal sorumluluk davranışı geçmişten günümüze daha da çok önem kazanmıştır. Kurumların çevre, sağlık, eğitim vb. konularda yürüttükleri projeler Kurumsal Sosyal Sorumluluk projeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda bazı kurum ve kuruluşlar kendi vakıflarını kurarak faaliyet gösterirken; bazıları ise Sivil Toplum Kuruluşları ile işbirliği yaparak harekete geçmeyi tercih edebilmektedirler. Bazı kurumların bu konudaki yöntemi ise Sivil Toplum Kuruluşları’nın yürüttükleri projelere destek vermektir.
            Kurumsal Sosyal Sorumluluk projeleri bir yandan toplumdaki sosyal sorumluluk bilincini arttırırken, öte yandan şirketlerin markalarının daha büyük kitleler tarafından bilinmesini de sağlamaktadır. Evet, sosyal sorumluluk projeleri faydalıdır ve yapılmalıdır. Ama bunu yaparken şirketlerin çıkarlarını da göz önünde tuttuğunu göz ardı etmemek gerekir. Çünkü şirketler sosyal sorumluluk projelerine destek verirken, bunun adına kampanyalar düzenlerken marka bilinirliklerini de arttırmış olmaktadırlar. Sosyal sorumluluk projeleri ile seslerini duyurmak isteyenlerin seslerini duyururken, kendi markalarını ve kazançlarını da düşünmeyi ihmal etmiyorlar. Sonuçta şirketler arasında büyük bir rekabet söz konusudur. Özellikle de küreselleşen dünya düzeninde küresel anlamda rekabet eden şirketlerin, paylarına düşen pazar paylarını büyüterek ve markalarının bilinirliğini yüksek seviyede arttırarak rakiplerinin bir adım önüne geçmesi gerekmektedir. Bunun için de şirketler sosyal sorumluluk projelerini kullanmaktadırlar. Bu bahsi geçen projeler şirketler için marka bilinirliklerini arttırmak için kullandıkları araçlar haline gelmiştir. Şirketler adeta birbirleriyle rekabet edercesine art arda birtakım sosyal sorumluluk projelerini hayata geçirmektedirler. Bu projeler artık çok büyük boyutlara ulaştı. Öyle ki bu alanda şirketlerin yaptığı harcamalar artık bilançolarda milyon dolarlık kalemler olarak yerini almaktadır. Türkiye’de birçok şirket bu alanda birtakım faaliyetler göstermektedirler. Turkcell, İş Bankası, Koç Holding, Doğan Holding, Doğuş Grubu, Sabancı Holding gibi birçok büyük şirket kurumsal sosyal sorumluluk projeleri yürütmektedirler ve bu projelere çok fazla yatırım yapmaktadırlar. Birçok sosyal sorumluluk projesi gerçekleştiriliyor, bir de hayata geçmesi için üzerinde çalışılan projeler de var. Gittikçe daha da önemli bir hale gelen bu konu her geçen sene daha da önem kazanmaktadır.
Dünyanın bin bir tane derdi var. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Eğitimini alamayan ve eğitimden yoksun bırakılan çocuklar, sağlık sorunları, doğada insanların yaptığı birtakım tahribatlar ve şiddet gören kadınlar… Bu tip problemlerle, dertlerle, sorunlarla savaşmak ve mücadele etmek de devletler ve Sivil Toplum Kuruluşları’nın görev alanlarını oluşturuyor. Fakat bu sadece devletlerin ve bu kuruluşların görevi değil, ayrıca bu konuda kendini sorumlu hisseden herkesin sorumluluğu oldu diyebiliriz. Peki, kim bu kendini sorumlu hissedenler dersek, karşımıza şu cevap çıkar: Markalar, şirketler vb. Kendinde bu sorumluluğu hisseden markalar yani büyük şirketler günümüzde oluşan sorunları çözebilmek ve gelecek kuşaklara daha iyi bir dünya bırakabilmek adına birtakım sosyal sorumluluk projeleri üstlenmektedirler. Bunlara Turkcell’in ‘’Kardelenler’’ kampanyası, Doğan Yayın Holding’in ‘’Baba Beni Okula Gönder’’ kampanyası, UNICEF ve MEB işbirliğindeki ‘’Haydi Kızlar Okula’’ kampanyalarını örnek verebiliriz. Ailesinde şiddet gören, eğitim hakkını elde edemeyen çocuklara her an yardım etmeye hazır olan bu şirketler, kültürel ve sanatsal alanda yaptıkları yatırımlarla da topluma fayda sağlamadaki seviyeyi olabildiğince yükseltmeye çabalamaktadırlar. Bu şirketlerin var oluş nedenlerinin ilki kar elde etmektir. Bu bahsi geçen sosyal sorumluluk projelerinde şirketlerin yer alma nedenlerinin az da olsa kazanç, kar elde etme fikrinin olduğunu da akılda tutmak gerekir diye düşünüyorum. Bu durum ne kadar da bu projelerin ve oluşturduğu bilincin önemini azaltmaz gibi gözükse de, bu tip projelerde kar elde etmek ahlaki açıdan eleştirilebilir. Çünkü “Kurumsal Sosyal Sorumluluk ülkemizde birkaç şirket dışında alternatif bir reklam mecrası olmaktan öteye gidememiş bir haldedir. Yaptıkları her şeyi “toplum yararına” yaptıklarını göz ardı etmeye başlayıp “bakın biz şunu da yaptık, bunu da yaptık, bizi görün artık her şeyi yaptık” gibi bir anlayışıyla televizyonlarda yaptıklarını gözlerimizin içine soktular. Örneğin Garanti Bankası “Biz bunu yaptık” dedi, oldukça itici bir reklam yaparak bütün küresel ısınma karşıtı uygulamaları kendisine mal etmiş oldu. Üniversitelerin İşletme Bölümlerinde ve ilgili diğer bölümlerde maalesef ki ders olarak Kurumsal Sosyal Sorumluluk verilmiyor ama bunun dersini görmese bile her işletme mezunu bu yapılanların “karı en yüksek seviyede tutma” düşüncesinden başka bir şey olmadığını çabucak anlayabilir.”[1] Bu şirketlerin en temel dertleri karlarını en yüksek seviyeye çıkarmaktır. Ama hepsi bu şekilde yapıyor diyemeyiz. Ancak, bu şekilde yapanlar da vardır. İşte zaten kurumsal sosyal sorumluluk konusu bu noktada eleştirilebilmektedir. Bu konuyla ilgili başka noktalarda da eleştiri yapabiliriz. Bir başka kurumsal sosyal sorumluluk projesi de okullarda küçük çocukların ileriki yaşlarında daha sağlıklı olabilmeleri için süt dağıtımı kampanyasıdır. Bu kampanya çocuklarda süt içme bilincini geliştirmek adına çok güzel bir projedir. Çünkü ileriki nesillerin sağlıklı olabilmeleri için şimdiki çocuk neslinin her gün günde iki bardak süt içmesi gerekmektedir. Çocuklarda ve ailelerinde bu bilinci yaratmak ve bu farkındalığı oluşturmak adına bu kampanya faydalı bir kampanyadır. Evet, ama etik açısından eleştirilecek çok önemli bir nokta vardır bu kampanyada. Haberlerde ve gazetelerde birçoğumuzun gördüğü gibi dağıtılan sütlerin son kullanma tarihlerinin geçmesi, bayat çıkması ve bine yakın çocuğun zehirlenmiş olması maalesef ki hiç de etik değildir. Güzel faydalı bir proje yaparken bunu bozuk, bayat sütle yapmak nasıl ahlaklı, nasıl etik bir davranış olabilir ki? Çocukların sağlıklarını hiçe sayarak yapılan bu kampanya bu şekilde değil; en sağlıklı, en kaliteli sütleri kullanarak yapılsaydı ve kar en az seviyede gözetilebilseydi bu sosyal sorumluluk projesi tam da olması gerektiği gibi olabilirdi. Ama insanlar yaptıkları projeler ile kar elde etmeyi ilk amaç olarak gördüğü sürece, kurumsal sosyal sorumluluk projeleri toplumda tam olarak alması gereken yeri tam da alamayacak belki de.
Daha farklı bir açıdan da bu projeleri eleştirebiliriz. Sosyal sorumluluk projelerini gerçekleştiren firmalar bir yandan da insanların duygularını sömürerek bunu yapmaktan çekinmemektedir. O yönden de kar elde etmektedirler. Çünkü duygularla oynamak kolay gelmektedir ki insanların duygularıyla oynamak zaten de kolay bir şeydir. Sosyal sorumluluk projelerinin bazılarında başlatılan kampanyalarda birtakım bazı ürünler satışa sunuluyor. İnsanlar bu satılan ürünleri alırken ya da bu ürünleri almayı tercih ederlerken aldıkları mallar, ürünler kaliteli mi değil mi diye pek düşünmeyebiliyorlar. Hatta bu ürünler kaliteli olsa bile akıllarına ilk gelen şeyin bu olmaması önemli bir durumdur. İlk akıllarına gelen sosyal sorumluluk projesi için satın almaları olabilmektedir. İnsanların algısı bu yönde ön plana çıkabiliyor. Burada da etik olarak satılan ürünün kaliteli, doğru, sağlıklı bir ürün olma konusu ikinci plana geçmektedir. Duygularla insanları sömürüyorlar. Reklamlarda da sistematik olarak genellikle insanların duygularını sömürmek ve kullanmak esas amacı taşımaktadır. Bunları sosyal sorumluluk proje reklamlarında görmek mümkün olabilmektedir. İnsanların duygularını bu şekilde sömürerek bir takım hayır işleri yapması da ne kadar etik olabilir sorusu geliyor aklımıza. Ama sistem bazı projelerde bu şekilde işliyor. Çünkü en kolay kazancı duyguları sömürerek elde edeceğini düşünüyor şirketler, firmalar.
Sosyal amaç bağlantılı pazarlama anlayışında firmalar benim ürünlerimi alırsanız bu ürünlere ödediğiniz paranın %5’i Çocuk Esirgeme Kurumları’na gidecek,  LÖSEV’e bağışlanacak gibi kampanyalar düzenlemektedirler. Ama burada da açıkça bir sorun görülmektedir. Bu ürünü almadan da Çocuk Esirgeme Kurumları’na, Lösemili Çocuklar Vakfı’na kendimiz gidip bağış yapabiliriz, hem de daha çok bağış yapacak olabiliriz. Böylesi daha da iyi olmaz mı?  Evet, olur diyebiliriz. Çünkü kendimiz gidip bağış yaptığımızda daha fazla bağışlarda bulunabiliriz. Ama bir hayır kurumuna bağışta bulunmak adına daha fazla tüketime ittiren bir anlayış hâkim ise burada iki taraf da kazanmış olmuyor. Siz bizim ürünlerimizi alırsanız ödediğiniz paranın bir bölümü Lösemili Çocuklar Vakfı’na gidecek diyerek insanları ihtiyacı olmadığı halde tüketime itebiliyor. Belki o insanların normalde bu ürünleri alacağı yok, ihtiyaçları da yok ama sosyal sorumluluk adına alıyor. İnsanlar normalde harcayacağından daha fazla para harcamış oluyorsa burada tüketici açıkça kaybeden taraf oluyor. Böylece kurumsal sosyal sorumluluk projesinde ahlaki bakımdan daha sorunlu olan ve daha az sorunlu olan yöntemler olduğunu görebiliyoruz. Bazı yöntemlerin daha sorunlu gibi gözüküyor olması genel olarak kurumsal sosyal sorumluluğun değerini arttırır mı, azaltır mı diye bir soru sorduğumuzu düşünelim. Yani kurumsal sosyal sorumluluk projelerine girişimde bulunan şirketlerin bu projelerde kullandıkları yöntemler önemlidir. Bu yöntemlerden birini izleyenin daha az problemli, diğerini izleyenin ise daha fazla problemli olması durumu genel olarak kurumsal sosyal sorumluluk anlayışını olumsuz etkilemiş olur. Çünkü kurumsal sosyal sorumluluğa dışarıdan baktığımızda ana argümanı kazan kazan anlayışıydı. Herkes kazansın, alan da kazansın, yardıma muhtaç kişiler de kazansın. İnsanlara fazladan tüketim yaptırıyorsa o zaman kurumsal sosyal sorumluluk projeleri yeri geldiğinde ciddi bir şekilde çirkin bir hal alıyor. Şirketlerin samimiyeti, dürüstlüğü konularını bir kenara bırakırsak; insanları yeri geldiği zaman fazladan tüketime itiyorsa burada ahlaki ve etik açıdan çok ciddi bir sorun var demektir. Bu konuyla ilgili daha da ciddi bir örnek vermem gerekirse, Türk Hava Yolları’nın Somali’ye yaptığı yardımda büyük bir ahlaksızlık söz konusudur maalesef. Ramazan ayında Somali’ye yardım yapacağız diyorlar. İstisnasız bütün çalışanlarının yemek kartlarına yatırmaları gereken paraları yatırmıyorlar. Buradaki anlayış Türk Hava Yolları’nda çalışan herkes oruç tutar. O yüzden yemek kartı kullanmanıza gerek yok biz kurum olarak para yatırmayacağız. Zaten herkes orucunu tutuyordur, tutmuyorsan bile para vermek zorundasın gibi bir zorlama ve baskıyla Somali’de sosyal sorumluluk projesine yardım yaparken bir kısmını da çalışanlarının yemek paralarından karşılamıştır. Çok da etik olmayan bir davranış sergileniyor. Bunu yapan kişinin o yardımı Somali’ye göndermesinden bile şüphe edilebilir. Çünkü büyük bir zorlama söz konusudur. Çünkü böyle önemli bir göreve çok da ahlaklı olmayan bir şekilde başlayan, aynı yönde devam edebilir diye düşünebiliriz. Burada görünmeyen nokta şudur kim kaybediyor burada? Dışarıdan bakıldığında Türk Hava Yolları uçaklar dolusu malzeme gönderdi Somali’ye. Türk Hava Yolları Genel Müdürü’nün oradaki çocuklarla ilgilenirken resimleri çekildi gazetelerde. İnsanlar bunu gördüğü zaman Türk Hava Yolları ne kadar güzel bir şey yapmış diyorlar. Ama insanlar bilmiyor ki bu projede kaybedenler oldu. Onlar da projenin içine zorla dâhil edilen çalışanlar oldu. Onların hakkı olan yemek paralarını yatırmayarak böyle bir yardım olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ellerinden yemek hakları alınan insanlarla yapılan bir yardım projesi ne kadar etik olabilir ki? Evet, Somali’ye yardım yapılması gerçekten çok güzel bir davranış olabilirdi; çalışanların haklarını ellerinden almadan, onların yemek paralarını kesmeden yapılabilseydi. Sosyal sorumluluk projelerinin arka planını insanların bilmemesi büyük ölçüde önemli bir sorundur. Hepsinin geri planı ahlaklı olmayan olaylarla dolu olmayabilir ama böyle olanları da insanların bilmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Yazımın sonlarına doğru gelirken kurumsal sosyal sorumluluğun ahlaki problemlerinden bahsetmek istiyorum. Bu konuda iki tane ahlaki sorun vardır. Bunlar:
1-      Samimiyet sorunu; gerçeklik bakımdan olan sorun. Burada hakikat sorunu gözlenmektedir. Tek amaç karı maksimize etmek mi?

2-      Kurumsal sosyal sorumluluğun bazı uygulamalarında sırf yardım olsun diye insanları normalden daha fazla tüketime itmesi sorunu. Belki bizim ödediğimiz 10 TL’nin 50 kuruşu yardım için gidecek ama 9,5 TL de belki o şirketin kasasına gidecek. Niye ekstradan o şirkete insanların parası gitsin ki? Yani sırf yardım edeceğiz diye bir yandan da o şirketlere para kazandırmış oluyoruz. Bu durum bir arkadaşımızın bize gelip düşkün birine yardım edeceğini söyleyip hepimizden 200 TL toplayıp 100 TL’sini kendi cebine atması örneğine benziyor. Normalde insanlar durup dururken kimseye çıkarıp da 200 TL vermez. Ama işin içine duyguları sömürerek çok ihtiyacı olan biri için topluyorum denilirse, yardım etmek için bizler ona para veririz. Bilemeyiz hepsini verip vermediğini. Belki de hepsini veriyordur ama 200 alıp 100 TL kendi çıkarına cebine atıyorsa ödenilen paranın bir kısmının yardım için olmasından bir farkı kalmıyor.
Aslında bu konuyla bağlantılı olarak günümüzde birçok insanın karşılaştığı bir diğer soruna da değinmek istiyorum. GSM şirketlerinin insanları uygun fiyatlara bazı tarifelere üye etmesi de bu konuyla ilintili bir örnektir. Detayına inersek, kişi uzun süre kullanacağını düşünerek o tarifeye üye oluyor. Ama beş altı aydan sonra insanlar faturalarında yüksek rakamlar görmeye başlayabiliyor. Faturaya bakınca insanlar o ödedikleri paranın yarısının sosyal sorumluluk projesine gittiğini görüyorlar. İnsanlar uzun süre faydalanacağını düşünürken o süreyi kısa tutuyorlar. Daha az faydalanmış oluyorlar. Burada hem hukuken hem de ahlaken bir sorun ortaya çıkıyor. Belki bu kampanya ile sosyal sorumluluk adına yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım etmiş oluyorlar. Ama insanları kandırarak, onların faturalarına ödedikleri miktarı onların haberi olmadan yükseltmeleri etik değildir.
Buraya kadar hep etik olmayan ve yanlış kurumsal sosyal sorumluluk projeleri ve kampanyalarından bahsettim. Yazımın sonunu 3 Ocak 2014’te vizyona girmiş olan kendimin de izlediği bir film olan ‘’Halam Geldi’’ filmi ile yapmak istedim. Çünkü bu film gazeteci Evrim Kanpolat’ın tanık olduğu gerçek bir olaydan uyarlanmış bir sosyal sorumluluk projesi olarak vizyona girmiştir. Ülkemizde hala kanayan bir yara olan çocuk gelinler ve akraba evlilikleri sorunlarını konu alan film Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde geçmektedir. Bu köyde farklı kültürlerin iç içe bulunduğu üç küçük kızın yaşadığı acılar anlatılıyor. Bu film iyi bir sosyal sorumluluk projesi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü birçoğumuzun yakından bildiği bir gerçeği bizlere unutturmamak için yapılmıştır. Küçücük çocukların töre adı altında evlendirilmeleri, okuma hayallerini ellerinden alarak onların hayatlarını karartmak nasıl bir töredir ki, bunu namus için yaptıklarını söylemeleri de ayrı bir korkunçluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu zihniyeti hala Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde yaşayan küçücük kızlar yaşamaktalar. Küçük yaşlarda zorla imam nikâhıyla kendilerinden on veya yirmi yaş büyük erkeklerle evlendirilmeleri bu çocukların dramıdır. Ülkemizde meşrulaşmış bir halde töre adı altında, gelenek adı altında sürdürülen bu rezilliği gözler önüne sermek için yapılan bu filmde bizlerin yüzüne bu acı gerçeği adeta bir tokat gibi çarpmaktadır. Bu çocuk gelin denilen olay din ile meşrulaştırılmış pedofili denilen iğrençliğin kısacası çocuk tecavüzünün örtülü yüzüdür. Ben o yüzden bu filmin iyi bir sosyal sorumluluk projesi olduğu düşüncesindeyim. Bu projede diğer sosyal sorumluluk projelerindeki gibi insanları daha fazla tüketime itme gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü sinemaya giderken insanlar bir film seçer ve ona giderler bu filmi seçmelerinde herhangi etik olmayan bir durum söz konusu değildir. Çünkü bu filmin konusunu okuyan filmin bir bilinç kazandırma filmi olduğunu görüp ona göre seçip gidebilir. Burada sosyal sorumluluk adına insanları akraba evliliklerinden doğan çocukların sakat ve ciddi hastalıklar ile doğabileceği vurgusu ile çocuk yaşta kızların hayallerini çalarak onları evliliğe zorlamanın bir nevi felaket olduğunu göstermek amaçlanmıştır. Yani toplumumuzun kanayan yarasını, acı gerçeğini göstererek insanlarda doğru bir bilinç uyandırmak için yapılmış bir filmdir. Elbette bu filmi yaparken az da olsa kar gütme amacı olabilir ama bunu gelen seyircinin normalden daha fazla parasını alarak yapmıyorlar. Aslında, burada filme gidenler de filmi yapanlar da ahlaki açıdan bir şey kazanmış oluyorlar. Sonuçta kurumsal sosyal sorumluluk projeleri toplumların kanayan yaralarına parmak bastıkça amacına ulaşmış olacaktır. Bu film özellikle bayanların kalplerine kadar işleyen ve izlerken tüylerini ürperten bir sinema filmi olarak hafızalarda kalacaktır diye düşünüyorum. Umarım ki bir gün bu korkunç ‘’gelenek, töre’’ son bulur. Haydi Kızlar Okula, Baba Beni Okula Gönder ve Kardelenler projeleri bu kızlarımızın yaralarını sarar ve zaman geçtikçe daha çok küçük kız çocuğu okumuş olur ve toplumda faydalı bireyler olarak yerlerini alarak, bu cehalete karşı dururlar. Çünkü bu toplumun aklı başında bayanlara çok ihtiyacı var.
Kurumsal sosyal sorumluluk projeleri insanlarda gerekli bilinci en doğru şekilde oluşturursa, insanlara faydalı olursa, insanlar kandırılmadan bu projelere dâhil edilirlerse eminim ki hak ettiği yere ve hedeflenen amaca ulaşacaklardır. Bu noktada projeleri gerçekleştiren insanlara çok iş düşüyor.  Herkes üzerine düşen görevi yerine getirirse; gerçekten bu projeler hayır işlerine dönüşecektir, yani en az şekilde çıkarlarını gözeterek, çıkarlarını en az seviyeye indirerek ve kar etme düşüncesinden vazgeçerek yapmakla işe başlanabilir diye düşünüyorum. Yani kazanacakları paraları geri plana iterek, gerçekten birilerine yardım etmek için projeler yapılırsa doğru bir ‘Kurumsal Sosyal Sorumluluk’ anlayışı ve bilinci insanlarda oluşacaktır. Ben buna inanıyorum.

Sevgiler


MOCCCO